23 Ağustos – 12 Eylül 1921 tarihleri arasında yapılan. Türk
milleti için bir ölüm kalım savaşı olan Sakarya Meydan Muharebesi; Kurtuluş
Savaşı içinde kader tayin edici olmuştur.
Bu savaştan önce Yunanlıların başlıca hedefi; Ankara yönünde
ilerleyerek, Türk Ordusunu yok etmek ve Kurtuluş Savaşı’nın sembolü ve direniş
merkezi haline gelen Ankara’yı ele geçirmekti. Böylece Türk azim ve direnme gücü
yok edilmiş olacaktı.
Mustafa Kemal ATATÜRK’ün emir ve komutasında, Türk
ulusunun kanıyla yapılan ve dünya harp tarihine en uzun meydan muharebesi; Türk
Kurtuluş Savaş’ı tarihine de subay muharebesi diye geçen Sakarya Destanı 21 gün
21 gece devam etmiş ve 13 Eylül günü Yunanlıların Sakarya Nehri’nin doğusunu
tamamen terk etmesiyle son bulmuştur.
Başkomutan Mustafa Kemal, Sakarya Meydan Muharebesi sırasında
ülke savunmasını şu şekilde ifade etmiştir. Hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa
vardır. O sathı bütün vatandır. Vatanın her karış toprağı vatandaşın kanı ile
ıslanmadıkça bırakılamaz.
Onun için küçük, büyük her birlik bulunduğu mevziden
atılabilir; fakat, küçük büyük her birlik durabildiği noktadan yeniden düşmana
karşı cephe teşkil edip muharebeye devam eder. Yanındaki birliğin çekilmek
zorunda kaldığını gören birlikler, ona uymaz; bulunduğu mevzide sonuna kadar
durmaya ve direnmeye mecburdur.
Taarruz inisiyatifinin Türk Ordusu’na geçmesini sağlayan Sakarya
Zaferi, TBMM hükümetine siyasi başarı kapılarını aralamış Türk milletinin
özgürlüğünü ve vatanını kurtaracağı inancını da kuvvetlendirmiştir.
Sakarya Meydan Muharebesi
- Sakarya Savaşı sonunda; Türk Ordusu’nun 1683 yılındaki 2.Viyana
Kuşatmasındaki yenilgisinden beri süregelen çekilmesi sona ermiştir. Bu savaş,
Türk ordusu’nun son savunma savaşıdır.
- Düşman 10 Eylül’de karşı taarruzla Afyon-Kütahya hattına kadar
atılmıştır.
- Savaş Türk ordusunun üstün zaferiyle sonuçlanmıştır.
Sonuçları:
- Ulusal Kurtuluş Savaşının son savunma savaşıdır.
- Düşmanın saldırı gücü tükenmiş, Türk topraklarını ele geçirme
istek ve umudu yok olmuş, savunmaya geçmişlerdir.
- Bu savaşa Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak Batı Cephesi Komutanı
İsmet İnönü Paşalar katılmıştır. Subaylar savaşıdır.
- M. Kemal’e mareşallik rütbesi ve Gazi ünvanı ( 19 Eylül 1921)
verilmiştir.
- Sovyetler Birliği ile Kars, Fransızlarla Ankara Antlaşmaları
imzalanmıştır.
- TBMM Anadolu’da kesin egemenlik sağlamıştır.
- TBMM’nin yaşama ve varolma mücadelesindeki en büyük
başarısıdır.
Mısak-ı Milli, Türklerin Kurtuluş Savaşının siyasi manifestosu
olan altı maddelik bir bildiri adıdır. İstanbul' da toplanan son Osamanlı
Meclisi tarafından bu bildiri 28 Ocak 1920 yılında oybirliği ile kabul
edilmiştir ve kabul edildikten sonraki 17 Şubat' ta kamuoyuna açıklanmıştır.
Bildiri, Birinci Dünya Savaşı'nı sona erdirecek olan barış antlaşmasından
Türkiye'nin kabul ettiği askeri şartları içerir. Bildiri Mebusan Meclisinde
"Ahd-ı Milli Beyannamesi" adıyla kabul edilmiş, daha sonradan " Mısak-ı Milli"
olarak adlandırılmıştır.Her iki deyimle Ulusal Yemin anlamına gelir. Türkiye
Cumhuriyeti' nin sınırları, tabi bazı ayrıntılar hariç, Mısak-uı Milli ilkeleri
doğrultusunda gerçekleşmiştir.
Misak-ı Milli' de Alınan Kararlar
Erzurum ve Sivas
civarlarında oluşan kongrelerinde saptanıp ve ardından olgunlaştırılan ilkeler
doğrultusunda son Osmanlı Mebusan Meclisi tarafından gizli oturumda oy birliği
ile 28 Ocak 1920 tarihinde alınan ve Türkiye' nin kabul edebileceği barış
koşullarını açıklayan 6 maddelik bildiridir. Mısak-ı Milli temelinde Ulusal
Kurtuluş ve Bağımsızlık savaşlarının bir programı niteliğindedir.
6 Maddeden Oluşan Misak-ı Milli Kararları Özetle Şunlardır
:
Arap kökenli halkın oturuduğu aynı zaman da Mondros Mütakeresi imzalandığı
tarihte yabancı devletlerin işgal ettikleri bölgelerin gelecekleri, halkın
serbest ve kendi oyuyla belirlenecektir; Mütakere sınırları içerisinde Osmanlı
- İslam çoğunluğunun çoğunluk olarak yerleşmiş bulunduğu kısımların tümü,
gerçekte ya da hükmen hiç bir neden ile birbirinden ayrılmayacak bir
bütündürler.
Misaki Milli Nedir?
- İlk serbest bırakıldıkları anda tekrardan kendi istekleri
doğrultusunda anavatana katılan Kars, Ardahan ve Batum' da gerekirse tekrardan
bir halk oylaması yapılabilecektir.
- Batı Trakyanın hukuki durumuda, hakın
kendi özgürlüğü içinde verecekleri oylarla saptanacaktır.
- İsstanbul ve
Marmara Denizinin her türlü güvenliği, tehlikeden uzak tutulması, Boğazların ise
ticaret gemilerine açılması ilgili devletler aralarındaki anlaşma ile
sağlanmalıdır.
- Misak-ı Milli kararları doğrultusunda belirlenen ilkeler
çerçevesinde azınlıkların hukuki hakları, komşu ülkelerde yer alan
müslümanlarında aynı haklardan yararlanması koşuluyla azınlıklar güvence altında
olucaktır.
- Türkiye' nin siyasal, adli ve mali olarak tam bvağımsızlığı kabul
edilecektir ; bu konularda hiç bir kayıt ve kısıtlama
getirilmeyecektir.
Paris'te toplanan uluslararası Barış Konferansı, o günlerde
açıklanması beklenen Türk Barış Antlaşmasını, 1919 Mayıs başlarında belirsiz bir
geleceğe erteledi. 15 Mayıs'ta Yunan kuvvetleri, müttefik devletlerin kararıyla
İzmir'i işgal etti. Ulusal bir felaket olarak görülen bu olay, Türkiye çapında
müthiş bir ulusal tepkiye yol açtı. 23 Mayıs'ta Fatih ve Sultanahmet'te Türk
siyasi tarihinin o güne kadarki en büyük kitle gösterileri düzenlendi. Direniş
fikri, İttihat ve Terakki yandaşlarının görüşü olmaktan çıkarak tüm ülke sathına
yayıldı.
21 Haziran'da Mustafa Kemal, Anadolu'daki en önemli askeri
birliklerin komutanları olan Kâzım Karabekir, Refet ve Ali Fuat Paşalar ve Ege
bölgesinde asayişi sağlamakla görevlendirilen Rauf Bey ile Amasya'da buluşarak
Amasya Tamimi'ni yayımladı. Bildiri, ulusal bağımsızlığın ancak ulusun "azim ve
iradesi" ile sağlanacağını vurgulayarak, ülke çapında bir direniş hareketinin
işaretini vermekteydi Kâzım Karabekir'in öncülüğünde Erzurum'da toplanan Doğu
İlleri Müdafaa-yı Hukuk Cemiyeti Kongresi, askeri görevlerinden istifa eden
Mustafa Kemal'i kongre başkanı seçti.
Kurtuluş Savaşı Örgütlenme
Dönemi
Kongre, Doğu illerinin Ermenistan'a verilmesi olasılığına karşı
direnme kararı alırken, Türkiye'nin kalkınması için Amerikan mandası fikrine
açık kapı bırakmamaktaydı.
4 Eylül 1919'da Türkiye'nin her yanından gelen
delegelerin katılımıyla Sivas'ta toplanan kongrede, genel seçimler yapılıp yeni
Mebusan Meclisi kuruluncaya kadar İstanbul hükümetiyle tüm resmi bağların
kesilmesi kararlaştırıldı. Ülke çapında yeni bir idari ve siyasi örgütlenme
kurmak amacıyla bir Heyet-i Temsiliye kuruldu.
Kasım ayında Adana, Maraş,
Antep ve Urfa'nın Fransızlarca işgali üzerine, Heyet-i Temsiliye tarafından
yönlendirilen direniş hareketi başlatıldı. Direniş umulmadık bir hızla başarıya
ulaşarak 1920 Mayısı'nda Fransızları ateşkese zorladı.
Osmanlı Devleti ’nin Birinci Dünya Savaşı’ndaki yenilgisini
belirleyen Mondros Ateşkes Antlaşması (30 Ekim 1918) ile Anadolu ve Trakya her
türlü işgale açık bir duruma geliyordu. Çünkü Mondros ateşkes hükümleri galip
devletlere gerekli gördükleri her yeri işgal etme hakkı tanıyordu. Ülke işgale
uğrarken Padişah için önemli olan; saltanatın, halifeliğin ve hanedanın selameti
idi.
Bu antlaşma çok ağır koşulları içerirken, İstanbul Hükümeti ileride
yapılacak barış görüşmelerinde bu koşulları hafifletebileceğini umuyordu.
Mondros Ateşkes antlaşmasının hemen ardından işgaller başladı. Bu antlaşmanın 7
inci maddesine göre, İtilaf devletleri güvenliklerini tehdit eden bir durumu
bahane ederek istedikleri bölgeleri işgal edebileceklerdi.
Boğazlar İngilizlerin
kontrolüne geçti. İngilizler Çanakkale, Musul, Batum, Antep, Konya, Maraş,
Samsun, Bilecik, Merzifon, Urla ve Kars’ı işgal ettiler. Fransızlar ise;
Trakya’daki demiryolunun önemli istasyonlarını, Dörtyol, Mersin, Adana ve Afyon
istasyonunu işgal ettiler. İngilizler tarafından işgal edilen, Güney Doğu’daki
bazı iller daha sonradan Fransızlara terk edilmiştir.
İtalyanlar ise Antalya,
Kuşadası, Bodrum, Fethiye ve Marmaris’i işgal ettiler. Konya ve Akşehir’e de
asker yolladılar. Mondros Mütarekesi’nin Doğu Anadolu’da 6 vilayetin Ermenilere
bırakılacağına ilişkin maddesi Ermenileri harekete geçirdi.
Ermeniler kurdukları Alaylarla Doğu Anadolu’da yayılmaya ve
bölgedeki Türklere zulüm ve baskı yapmaya başladılar. Kozan, Osmaniye, Mersin ve
Adana’ya Fransızlarla birlikte Ermeni çetecileri de geldi. Yunanlılar
kendilerine vaat edilen Ege Bölgesi’ni ele geçirmek üzere, İngiliz, Amerikan ve
Fransız savaş gemilerinin koruması altında, 15 Mayıs 1919’da İzmir’i işgale
başladılar.
İzmir’in işgaline tepki olarak gazeteci Hasan Tahsin tarafından
düşmana atılan ilk kurşun Kurtuluş Savaşımızın başlangıcı olmuştur. Daha sonra
Yunanlılar 3 koldan Ege Bölgesi’ni işgale başladılar. Mondros ateşkes
antlaşmasından sonra işgallerin başlamasına karşılık Padişah ve Osmanlı Hükümeti
işgallere karşı ses çıkarmamışlar, orduyu geliştirip güçlendirmeye
yönelmemişler, sadece kendi çıkarlarını düşünmüşler, çekingen ve korkak
davranmışlar, ülkeyi içinde bulunduğu durumdan kurtarmak için hiçbir tedbir
almamışlardır.
Kurtuluş Savaşı Öncesi Durum
Kurtuluş savaşımızda işgallere karşı ilk silahlı direniş
Güneydoğu Anadolu’da Fransızlara karşı başlamışsa da, ilk Kuvayı Milliye
hareketi Batı Anadolu’da Yunanlılara karşı oluşturulmuştur.
Yunan birliklerinin
İzmir’i işgal etmesi ve Anadolu içlerine ilerlemeye başlamasına seyirci kalan
Osmanlı Hükümeti’nden artık hiçbir şey beklenemezdi. Bu durum, Kuvayı
Milliye’nin doğuşunu ve Milli Mücadele’nin başlamasını kolaylaştırıcı etkenler
olmuştu.
MUSTAFA KEMAL’İN SAMSUN’A ÇIKIŞI VE KONGRELER
Gelişmeleri yakından
takip eden Mustafa Kemal Paşa, Türk Halkının ulusal egemenliğe dayanan, kayıtsız
ve şartsız olarak bağımsız, yeni bir Türk devleti kuracak güçte olduğunu
inanıyordu.
Padişahın ve İstanbul Hükümeti’nin teslimiyetçi tutumu karşısında
kurtuluş yolunun Milli Mücadele olduğunu anlamıştı. Düşman işgallerine karşı
bazı bölgelerde gösterilen direniş ve milli teşekküllerin kurulması da onu
umutlandırmıştı.
Mustafa Kemal Paşa’nın Anadolu’ya geçmek için bir fırsat
aradığı sırada, Karadeniz’deki Pontus Rum çetelerinin bölgedeki Türklere karşı
saldırıları artmıştı. İngiltere asayiş ve sükunun sağlanmaması durumunda bölgeyi
işgal edeceğini bir nota ile İstanbul Hükümeti’ne bildirdi.
Padişah bölgedeki
güvenliğin sağlanması için Mustafa Kemal Paşa’yı 9.Ordu Müfettişliğine
atamıştır. Güvendiği arkadaşlarını yanına alan Mustafa Kemal Paşa, 19 Mayıs
1919’da Samsun’a çıktı. Bu tarih aynı zamanda Kurtuluş Savaşı’nın fiilen
başladığı tarihtir.
Mustafa Kemal, askeri örgütlenmeyi sağlamak için Havza’dan
Anadolu’daki tüm komutanlarla temasa geçmiştir. Komutanlara ve Valilere
yayınladığı genelgelerle (Havza Genelgesi) halka felaketin büyüklüğünün
anlatılmasını ve işgallere karşı da mitinglerin yapılmasını istemiştir. İlk
miting 30 Mayıs 1919’da Havza’da yapılmıştır.
Kurtuluş savaşı bir işgale uğramış yurt topraklarını savunma ve
işgal kuvvetlerine karşı verilen mücadelenin ifade edilmesidir. Kısacası
Kurtuluş savaşı'nın temel nedeni yada gerekçesi İşgal edilen ve düşman elinde
olan toprakların tekrar kazanılmasıdır. Ayrıntılı olarak Kurtuluş savaşı'nın
yada mücadele edilmesinin nedenleri Amasya genelgesi ile Mustafa Kemal Atatürk
ve arkadaşları tarafından kaleme alınmış ve resmen 22 Haziran 1919 tarihinde
gerekli kişi ve kurumlara duyurulmuştur.
Amasya genelgesinde Kurtuluş savaşı'nın nedenleri (Gerekçeler)
şöyledir:
1. Vatanın bütünlüğü, milletin bağımsızlığı tehlikededir.
(Gerekçe)
2. İstanbul Hükümeti, üzerine düşen görevi yerine
getirememektedir. Bu durum milletimizi yok durumuna düşürmektedir.
3. Milletin geleceğini yine milletin azim ve kararı
kurtaracaktır. (Amaç ve yöntem)
4. Her türlü etki ve denetimden uzak bir kurul oluşturulmalıdır.
(Temsil Kurulu)
5. Anadolu’nun en güvenilir yeri olan Sivas’ta milli bir kongre
düzenlenmeli, bunun için de her bölgeden üç delege Sivas’ta olacak şekilde yola
çıkmalıdır.
6. Delegelerin seçimlerini Redd-i İlhak, Müdafaa-i Hukuk
cemiyetleri ve belediyeler yapacaktır.
7. Doğu illeri için 10 Temmuz’da Erzurum’da bir kongre
toplanacaktır.
8. Mevcut askeri ve milli örgütler kesinlikle dağıtılmayacak,
komuta bırakılmayacak ve başkalarına teslim edilmeyecek.
9. Bu genelge sır olarak tutulmalı ve delegeler kimliklerini
gizli tutarak seyahat etmelidirler.
Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya Savaşı’ndaki yenilgisini
belirleyen Mondros Ateşkes Antlaşması (30 Ekim 1918) ile Anadolu ve Trakya her
türlü işgale açık bir duruma geliyordu. Çünkü Mondros ateşkes hükümleri galip
devletlere gerekli gördükleri her yeri işgal etme hakkı tanıyordu. Ülke işgale
uğrarken Padişah için önemli olan; saltanatın, halifeliğin ve hanedanın selameti
idi. Bu antlaşma çok ağır koşulları içerirken, İstanbul Hükümeti ileride
yapılacak barış görüşmelerinde bu koşulları hafifletebileceğini
umuyordu.
Mondros Ateşkes antlaşmasının hemen ardından işgaller başladı.
Bu antlaşmanın 7 inci maddesine göre, İtilaf devletleri güvenliklerini tehdit
eden bir durumu bahane ederek istedikleri bölgeleri işgal
edebileceklerdi.
Boğazlar İngilizlerin kontrolüne geçti. İngilizler Çanakkale,
Musul, Batum, Antep, Konya, Maraş, Samsun, Bilecik, Merzifon, Urla ve Kars’ı
işgal ettiler. Fransızlar ise; Trakya’daki demiryolunun önemli istasyonlarını,
Dörtyol, Mersin, Adana ve Afyon istasyonunu işgal ettiler. İngilizler tarafından
işgal edilen, Güney Doğu’daki bazı iller daha sonradan Fransızlara terk
edilmiştir.
İtalyanlar ise Antalya, Kuşadası, Bodrum, Fethiye ve Marmaris’i
işgal ettiler. Konya ve Akşehir’e de asker yolladılar. Mondros Mütarekesi’nin
Doğu Anadolu’da 6 vilayetin Ermenilere bırakılacağına ilişkin maddesi Ermenileri
harekete geçirdi. Ermeniler kurdukları Alaylarla Doğu Anadolu’da yayılmaya ve
bölgedeki Türklere zulüm ve baskı yapmaya başladılar. Kozan, Osmaniye, Mersin ve
Adana’ya Fransızlarla birlikte Ermeni çetecileri de geldi.
Yunanlılar kendilerine vaat edilen Ege Bölgesi’ni ele geçirmek
üzere, İngiliz, Amerikan ve Fransız savaş gemilerinin koruması altında, 15 Mayıs
1919’da İzmir’i işgale başladılar. İzmir’in işgaline tepki olarak gazeteci Hasan
Tahsin tarafından düşmana atılan ilk kurşun Kurtuluş Savaşımızın başlangıcı
olmuştur.
Mondros ateşkes antlaşmasından sonra işgallerin başlamasına
karşılık Padişah ve Osmanlı Hükümeti işgallere karşı ses çıkarmamışlar, orduyu
geliştirip güçlendirmeye yönelmemişler, sadece kendi çıkarlarını düşünmüşler,
çekingen ve korkak davranmışlar, ülkeyi içinde bulunduğu durumdan kurtarmak için
hiçbir tedbir almamışlardır.
Kurtuluş Savaşı
Kurtuluş savaşımızda işgallere karşı ilk silahlı direniş
Güneydoğu Anadolu’da Fransızlara karşı başlamışsa da, ilk Kuvayı Milliye
hareketi Batı Anadolu’da Yunanlılara karşı oluşturulmuştur. Yunan birliklerinin
İzmir’i işgal etmesi ve Anadolu içlerine ilerlemeye başlamasına seyirci kalan
Osmanlı Hükümeti’nden artık hiçbir şey beklenemezdi.
Bu durum, Kuvayı
Milliye’nin doğuşunu ve Milli Mücadele’nin başlamasını kolaylaştırıcı etkenler
olmuştu. 19 Mayıs 1919′da Atatürk Samsun’a çıkmıştır.Amasya genelgesi
yayınlanmıştır.Daha sonra Erzurum ve Sivas kongreleri gerçekleştirilmiştir.
İstanbul’un işgali edilmesi ve Meclis-i Mebusan’ın kapatılmasıyla Osmanlı
yönetimi çökmüştür.
Padişah İtilaf Devletlerin esiri haline gelmişti. Böyle bir
durumda ulus kendisini yönetmeye başlamalıdır. Ulusu temsil eden, ulus adına
karar veren yetkili organa ihtiyaç vardır. Bu da yeni bir meclistir. 23 Nisan
1920’de 338 milletvekilinin katılımı ile TBMM açıldı.
Osmanlı Devleti ile İngiltere, Fransa, İtalya, Japonya,
Ermenistan, Belçika, Yunanistan, Hicaz, Polanya, Romanya, Sırp-Hırvat-Sloven ve
Çekoslavakya devletleri arasında imzalanan, Türk’ün ölüm fermanı olarak bilinen
Sevr anlaşması imzalanmıştır.
TBMM’nin Sevr Antlaşmasına tepkisi çok sert olup,
bu antlaşmayı imzalayanları ve onaylayanları vatan haini saymaya karar
vermiştir. Doğu cephesi,Güney cephesi,Batı cephesi,I.-II. İnönü savaşları ve son
olarak Sakarya meydan muharebesi savaşları verilmiştir. Büyük Taarruz ve
Başkomutanlık Meydan Muharebesi ile Anadolu’nun sonsuza kadar Türk yurdu olarak
kalacağı bütün dünyaya kanıtlanmıştır.
Mudanya ateşkes ardından Lozan barış
anlaşması imzalanmış Yeni Türk Devleti tüm dünyaya kabul ettirilmiştir. Böylece
Türkiye tüm sömürge uluslara örnek olmuştur.
İzmir'in işgali düşüncesi 1919'un Şubat ortalarında Yunanistan
başbakanı Venizelos'un önerisiyle, İngiltere başbakanı Lloyd George tarafından
ortaya atıldı. İzmir'in İşgali, I. Dünya Savaşı sonrasında Paris'te toplanan
uluslararası barış konferansının kararıyla ortaya çıktı. ABD başkanı Wilson bu
öneriye önce kesinlikle karşı çıktı, ancak 25 Mart olayında daha esnek bir tavrı
benimsedi. 7 Mayıs ta İngiltere, ABD ve Fransa, Yunan donanmasının İzmir'e
gönderilmesinde mutabık kaldılar.
İzmir'in işgali kansız başladı. Hatta İzmir'in işgalini 1 gün
önceden bildiğinden İzmirdeki Osmanlı Ordusuna karşılık vermemesini emretmiştir.
Böylece İzmir'deki Osmanlı Ordusu hareketsiz kaldı ve Yunanlılara teslim
oldu.
İşgal günü Yunan ordusunun en yaman birlikleri olan evzon
askerleri şehirde zafer turu attılar. Bu zafer turu sırasında Türk subayları
sahil şeridine dizdiler. Aziz Nesin bu olayı daha sonra araştırmalarına
dayanarak kitabında anlatacaktı: Bir Türk Subayı Evzon askerinin "Zito
Venizelos" diye bağırmasını istediği halde yapmadığı için öldürüldü.
Evzon
askerleri şehri her gezdiklerinde ve subaya geri döndüklerinde bir kez
süngüleniyordu. Bu Türk Subayı 22 kez süngülendi ve şehit oldu. Yunanlılar daha
ilk gün birçok Türk asker ve vatandaşı öldürdü. Böylece işgal daha ilk günde 400
kişiye mâl oldu. İşgal başladığı sıralarda, bu görüntüye daha fazla tahammül
edemeyen gazeteci Hasan Tahsin, silahını çekip ateşleyerek en öndeki Yunan
bayraktarını başından vurmuştur. Bu hareket, Kurtuluş Savaşı'nı başlatan ilk
kurşun olarak kabul edilir.
İzmir'in işgali ile Türk halkında var olan fakat yetersiz
komutanlar yüzünden kullanılamayan mücadele yeteneği tekrar uyandı ve İzmir'deki
bir kısım asker istifa ederek Milli Mücadele'ye katıldı. Aynı zamanda İzmir'de
kalan Türkler de işgalin getirdiği huzursuzluğa dayanamadı ve Anadolu'ya göç
etti.
İzmirin İsgali
Kalmakta ısrar eden Türk ailelerse Yunan askerinin tavırlarına
ve yaptıkları eziyetlere daha fazla dayanamayıp Anadolu'daki milli mücadeleye
destek vermek amaçlı olarak göç ettiler.
"Türk asker ve subayları
dipçiklenerek, süngülenerek öldürülüyor, üzerlerindeki kıymetli eşyalar zorla
alınıyordu. İşgale karşı boyun eğmiş bulunan Ali Nadir Paşa yerde sürüklenerek
tekmeleniyordu.
Türk subayları "Zito Venizelos" diye bağırmaya zorlanıyor, ağır
hakaretlere uğruyorlardı. Bağırmayı reddedenler ise süngüleniyordu.
Reddedenlerden Albay Fethi Bey de süngülenerek şehit edildi. Şehrin diğer
yerlerinde de olaylar, yağma, öldürme ve tecavüz olayları başladı.
Türkler'e ait
evler ve işyerleri Rumlar tarafından yağmalanıyor, canını, malını, namusunu
korumak isteyen Türkler öldürülüyordu. Bütün bu olaylar "uygar ulusların
temsilcilerinin" gözleri önünde, "uygar devletlerin" izniyle yapılıyordu. Lord
Curzon'un 18 Nisan 1919 tarihli bildirisinde "Selanik kapılarının 5 mil dışında
asayişi sağlayamayan Yunanistan'ın Aydın Vilayeti'nde (İzmir o tarihte Aydın
Vilayeti içinde idi.) barış ve güvenlik sağlamakla görevlendirilmesini" uygun
görmediğini açıkladığı Yunanlılar ilk gün 400 Türk öldürmüşlerdi.
Çevre köy ve
kazalardaki olaylarla bir iki gün içinde 5.000 kadar Türk öldürüldü." İzmir
kenti ile birlikte Ayvalık, iki kent arasındaki sahil şeridi, Çeşme yarımadası
ve Belkahve'ye kadar İzmir'in hinterlandı da işgal edilmiştir. 23 Nisan 1920'de
Ankara'da TBMM'nin açılmasından sonra Yunan ordusu İzmir'den harekete geçerek,
Sevr Antlaşması ile İtalyan bölgesi olarak kabul edilen Manisa, Uşak, Denizli,
Balıkesir, Bursa şehirlerini de işgal etmiştir.
Bu sebeple Yunanistan ile
arasında ihtilaf çıkan İtalya ise bu işgalden sonra Kurtuluş Savaşı müddetince
Ankara hükümetini desteklemiş ve askeri yardım da yapmıştır.
Günümüzde içinden çıkılması güç bir durum haline gelmiş olan bir
sorundur. Ermeni Sorunu. Tıpkı geçmişte Osmanlı’ya yapıldığı gibi günümüzde de
Türkiye üzerine oynanan bir oyundur.
Dünya üzerinde, Asya ve Avrupa kıtalarını birleştirmesi
münasebetiyle, çok zengin yer altı kaynaklarının olması sebebiyle ve dünyanın
sayılı turizm merkezlerinin bulunması sebebiyle birçok asalak geçinen ülkenin
gözü üstünde olan bir ülkedir Türkiye. Üç kıtaya yayıldığı dönemde fethettiği
ülkelere hoşgörü ve insanlığı götüren Osmanlı’ya devşirme olarak giren Ermeniler
hanedan da vezirliğe kadar yükselmişler, memleket idaresinde söz sahibi
olmuşlardır.
Tamamı Türk ismiyle anılır olmuş, Türklerden fazla Türk
olmuşlardır.
Kısaca asırladır Ermeniler ve Türkler bu topraklarda kardeşçe
yaşamışlardır. Fakat başta söylediğimiz gibi; Osmanlıyı yaptığı savaşlarda
yenemeyen dış mihraklar, ülkeyi işgal etmiş, kendi arasında paylaşmış, fakat
yapılan istiklal savaşı neticesinde, bozguna uğrayarak terk bu toprakları terk
etmek zorunda kalmıştır. Ama faşizan duygularından vazgeçmeyerek, Türkiye
topraklarından almak istedikleri payın hesabını yapmaya devam etmişlerdir.
Sırf bu sebepten dolayı Ermeni halkıyla Türk halkını yaptıkları
entrikalarla birbirine düşürmeyi başarmışlardır. Daha kısa bir zaman öncesine
kadar sofrasını paylaştığı komşusuna düşmanlık besler hale getirmişlerdir. Tabi
bu konuda Ermeni insanının şiddete yatkın tavrı da tetikleyici olmuştur.
Ermeni Sorunu
Dış güçler tarafından; sizin hakkınız özgürlük, siz başka bir
milletsiniz, Türkler sizi sömürüyor, propagandalarına kanan, adına;
“Komitacılar” denilen bir grup
1. Dünya savaşı sırasında, Türk askeri
cephede çarpışırken, yerleşim yerlerini işgal edip, kadın çocuk demeden
katletmeye başlamışlardır.
Devlet tarafından bu olayları bastırma hareketleri provoke
edilip;” Soykırım” olarak adlandırılmıştır. Bu durum daha sonraki yıllarda
tırmanış gösterip, Türkiye’nin 70’li yıllarda yaşadığı buhranı fırsat bilip
Avrupa’da bir takım faaliyetler gösterip ‘Asala Militanlarınca” Büyük Elçi ve
Ataşelere suikastlar düzenlemişlerdir.
Bu durum diplomatik kanallarca yapılan
girişimler sonucu bastırılmıştır. Fakat 80’li yılarda kurulan PKK terör örgütü
ekmeklerine yağ sürmüş ve örgüte açık destek vermişlerdir. Öldürülen birçok
teröristin üzerinden Ermenistan kimliği çıktığı bilinmektedir.
Bütün bu yaşanan olayların sebebi; Türkiye’den pay koparmaya
çalışan dış güçlerin işidir. Fakat Ermenilerin çıkarları da yabana
atılmamalıdır. Dünya üzerinde ülkelerin meclislerinden Türklerin Ermenilere
soykırım uyguladığına dair kararlar geçirtmeye çalışmaktadırlar. Dünya
ülkelerinin yarısından fazlası tarafından soykırım olmuştur şeklinde bir karar
alınırsa, büyük paralar kazanacaklardır. Bugüne kadar bu teklif 20 ülkede ve
Amerika’da 41 eyalette kabul edilmiştir.
Çanakkale Cephesi, Ekonomik açıdan büyük sıkıntı çeken Rusya
müttefiklerin den yardım istemiştir. İngiltere ve Fransa Rusya ya boğazlar
yoluyla yardım sözü vererek Çanakkale cephesi açılmıştır.
Bu cephe ile itilaf
devletleri başarı elde edip Osmanlı devletinin başkentini ele geçirip Süveyş
kanalı il Hint deniz yolu üzerindeki Türk baskısını kaldıracak Trakya üzerinden
ittifak devletlerine karşı yeni bir cephe açıp Osmanlı devletini barışa mecbur
zorlamış olacaklardı.
İngiliz ve Fransız donanmaları 19 şubat 1915 ten itibaren
Çanakkale boğazının iki tarafındaki Türk savunma yerlerini bombalamaya
başlamışlardır. Çok şiddetli geçen bu savaş 18 Marta kadar sürmüştür.
İngilizler ve Fransızlar donanma çıkarma girişiminde başarılı
olamadılar ve büyük bir yenilgiye uğradılar. Çanakkale boğazının geçilmeyeceğini
anlayan İngilizler 25 nisan 1915 te General Hamilton komutasında Avustralyalı ve
Yeni Zelandalı askerlerin de katılımıyla Gelibolu yarım adasına çıkarma
yaptılar. Bu bölgede 19. Tümen kumandanı olarak Mustafa Kemal Arıburnu,
Anafartalar ve Conkbayırda düşman kuvvetlerinin yenilgiye uğrattı ve
Anafartalarda ki üstün başarısından dolayı kendine Anafartalar kahramanı unvanı
verildi.
Çanakkale'nin karadan da geçilemeyeceğini anlayan itilaf
devletleri ocak 1916 yılında Geliboluyu boşalttı. Çanakkale savaşı başarılı
komutanların sayesinde düşmana Çanakkale'nin geçilemeyeceğini bütün dünyaya
göstermiş olu.
Çanakkale’nin karadan da geçilemeyeceğini anlayan İtilaf
Devletleri, Ocak 1916’da Gelibolu’yu boşaltmak zorunda kaldılar. Çanakkale
Savaşları, iyi komutanların yönetimindeki Türk askerlerinin, üstün düşman
kuvvetleri tarafından bile yenilemeyeceğini bütün dünyaya
göstermiştir.
Çanakkale savaşının sonuçları
Savaşın başı
Çanakkale Cephesi
- Bulgaristan ittifak
devletlerinin yanına geçip Almanyanın yardım etmesi gereken adımı
atmıştır.
- Yunanistan itilaf devletlerine geçmemişken yaklaşan Bulgaristan
tehlikesi yüzünden müttefiklerine Selanik'i üs olarak verdi ve kurtuluş savaşına
giden yolda bir ortaklık başlatmış oldu
- 9 ekim de Almanya ve Avusturya orduları kuzeyden, Bulgar
orduları ise doğudan girip Belgradı almışlardır
- Askeri mühimmat yardımı alamayan Rusya da çarlık rejimi ve
Bolşevik devrimi yıkılıp Rusya Batı Avrupa dan tamamen uzaklaşmıştır.
- Bolşevik devrimi ile Rusya savaştan çekilince Osmanlı devleti
Rus işgali altındaki topraklarını kurtarmıştır.
- Amerika Rusya'nın savaştan çekilmesiyle yeni Rus rejimi
tehlikesine karşı Batı Avrupa ile hem ilgilenmek hemde destek olmak zorunda
kalmıştır.
- Savaş sonrası İngiltere de büyük bir işsizlik meydana
gelmiştir
- Çanakkale savaşı Osmanlı devletinin 30 yıl gerilemesine sebep
olmuştur.
- Osmanlı devleti yerli sanayi ve tarıma ağırlık vermiştir. Ulusal
ekonomi bakanlığı adını "Milli vekaleti" olarak değiştirmiştir. Milliyetçi
yasalar çıkarılmıştır.
- Çanakkale savaşlarında toplam 500 bin insan ölmüş , 1. Ve 2.
Dünya savaşlarının 2 yıl uzamasında etkili olmuştur.
- Osmanlı devletinin başarılı olduğu tek cephe Çanakkale
cephesidir.
- Mustafa Kemal Çanakkale savaşıyla tüm dünyaya adını
duyurmuştur.
- Morali bozulan ve sürekli yenilgiye uğrayan Osmanlı devleti
Çanakkale savaşıyla milli bir ruha bürünmüştür.
Çanakkale savaşından 100 binden fazla okumuş askerleri kaybettik
ve Osmanlı uzun senelerce bu okumuş askerlerin yokluğunu çekmiştir. Mustafa
Kemal bu sözüyle bunu çok güzel özetlemiştir. “Biz Çanakkale’de bir Dar-ül fünun
(Üniversite) gömdük."
Birinci Dünya savaşının sonunda Osmanlı devleti Mondros ateşkes
antlaşmasını imzalayarak savaştan yenik ayrılmıştı. Mondros ateşkes
antlaşmasının maddeleri gereğince Türk ordusunun silah ve cephanesi elinden
alınacak, tüm askeri personeli 50.000 ile sınırlandırılacak.
Bu durum
karşısından Osmanlı Genelkurmay Başkanı ordunun yeniden düzenlenmesi gerektiğini
söyledi ve 9 kolordu ve 20 tümen halinde örgütlenmeyi kabul ettirdi.16 Mart
1920’de İstanbul resmen işgal edildi ve Ankara da Türkiye Büyük Millet
Meclisinin açılması ve Osmanlı devletinin genel kurmayın kurduğu kolordu ve
tümenin önemi kalmamıştır.
Yunanlılar Ege de ilerlemeye başlayınca bazı askeri
birliklerden karşılık geldi. Yunanlılar karşısında 17. kolordunun 56. Tümeni hiç
karşı koymadı.bir kısmı Yunanlılar tarafından esir alınmış bir kısmı ise terhis
edilerek bırakılmıştır. Yunan ordusuna karşı Kuvayi Milliye harekatı
kurulmuştur.
Kuvayi Milliye harekatı zayıf askeri birliklerden oluşmaktadır.
Kuvayi Milliye ruhu belli bir süre sonra yayılmaya başladı ve halk hep birlikte
savaşmaya karar verdi. Müdafaa-i hukuk örgütleri Kuvayi Milliye ye asker ve para
sağlama işini üstlendiler. Böylece Ayvalık, Salihli, Denizliye kadar yunanlılara
karşı Kuvayi Milliye cephesi kuruldu.
Mustafa Kemal o sırada Havzada idi ve Kuvayi Milliye ile
ilgilenerek birliklere gönderdiği emirlerde her işgal eylemine karşı halkın
silahlandırılarak karşı konulmasını bildirmişti. Kuvayi Miliyenin büyük bir
kısmını efeler ve Ethem'in emrindeki askerler oluşturuyordu.
Mustafa Kemal Sivas kongresinde Kuvayi Milliye'nin örgütlenmesi
gerektiğini söylemiş ve 9 eylül 1919 da Ali Fuat Paşaya "Batı Anadolu Genel
Kuvayi Milliye Komutanlığı" görevini vermiştir.
Batı Cephesi
Ali Fuat Paşa başarılı olamadığı için 23 ekimde Albay Refet bey
gönderildi ve bir rapor hazırlayarak uzun süre batı Anadolu cephesinin komuta
altına alınamayacağını bildirdi ve batı cephesi albay refet bey komutasına
verildi.
22 haziran 1920 de yunanlıların saldırısı üzerine Balıkesir ve Bursa
düştü. Türkiye büyük millet meclisin de büyük tepkiler oluştu ve komutanların
cezalandırılması istendi.
Mustafa Kemal komutanlar yüzünden değil asker,silah ve
mühimmat olmadığı için düştüğünü söylemiştir. Türkiye Büyük Millet Meclisi
gerçek bir ordunun kurulması ve Kuvayi Milliye'nin düzenli ordu haline
dönüştürülmesini söyledi. Meclisin kararı ile düzenli ordu kuruldu.
Fakat batı
cephesinde düzenli ordunun kurulmasını engelleyen 2 sebep vardı. 1. Firar
olayları 2. Kuvayi Milliye örgütleri ve Ethem'in kuvvetleriydi. 1. Dünya
savaşında 300.bin civarında asker kaçmıştır. Savaşın doğurdu ekonomik çöküntü,
bunalım, açlık ve sefalet savaş başlamasında engelleyici bir durumdu. Asker
kaçakları olduğu için düzenli ordu kurulmakta güçlük çekti ve firariler
hakkından kanunun kabulüyle İstiklal Mahkemeleri kuruldu.
Batı cephesi sonuçları
- TBMM hükümeti varlığını tüm Avrupa devletlerine resmen kabul
ettirdi ve saygınlığı arttı
- Avrupa ülkelerinde İngiliz ve Yunan politikasına karşı
güvensizlik ve muhalefet başladı.
- Ordunun kendine güveni geldi
- Fransızlar Zonguldak tan, İtalyanlar Güney Anadolu dan
çekildiler
- 2. İnönü muharebesinin kazanılmasından sonra Sovyet Rusya ve
Afganistan gibi dost devletlerde büyük bir memnuniyet duymuş ve Ankara
Hükümetine bildirilmiştir.
Balkan savaşları
Birinci Balkan Savaşı (1912)
Birinci balkan savaşının nedenleri
- Topraklarını büyütme hesapları yapan Balkan devletleri
(Bulgaristan,Yunanistan,Sırbistanve Karadağ) Trablusgarp savaşını fırsat bilerek
aralarında anlaşama yaparak Osmanlı devletine savaş açmaya karar vermişlerdir.
Osmanlı devleti zaten bir çok bölgede savaşırken Balkan savaşı Osmanlı
devletinin çökmesine yol açmış olup, Balkan devletleri de bundan fırsat bularak
savaşı başlatmış ve Osmanlı devleti bu savaştan yenik ayrılmıştır.
- Birinci Balkan Savaşı’nın Nedenleri:
- Fransız ihtilalinden sonra yayılan ve tüm ülkeyi etkisi altına
alan milliyetçilik akımının Balkan devletleri üzerindeki etkisi
- Rusya’nın savaşı kazanmak için yanına çektiği Slav milletinin
fazla toprak kazanacağı düşüncesi Balkan devletlerini savaşa
sokmuştur
- Osmanlı devletinin Almanya’ya duyduğu hayranlık ve Almanya’nın
yanında savaşa girerse kaybettiği toprakları geri alacağı ümidi İngiltere’yi
Reval görüşmeleri sonrasında Rusyayı balkanlarda serbest bırakması Balkanların
topraklarını kaybetme korkusu yaşatmıştır
- Avrupa devletlerinin balkan devletlerini Osmanlının savaştan çok
toprak parçası alacağını söylemeleri balkan devletlerini Osmanlı devletine karşı
kışkırtmıştır
- Osmanlı devleti savaşlardan yenik, yorgun ve bitkin ayrıldığı
için balkan devletlerin savaşı kolay kazanacağına inanmış olması
- Osmanlı devletinde ki bazı yöneticilerin Balkan devletleriyle
birleşmesi de savaşı başlatmalarına sebep olmuştur.
Bu nedenler sonucun da Osmanlı devleti ile Balkan
devletleri arasında Londra Barış Antlaşması imzanlanmıştır. ( 30 mayıs 1913)
antlaşmanın maddeleri şöyledir ;
- Trakya da Osmanlı Bulgaristan sınırı Midye-Enez
olmuştur
- Trakya ve Edirne Bulgaristana , Güney Makedonya ,Selanik ve Girit
Yunanistana ,Silistre Romanya’ya, Kuzey ve Orta Makedonya ise Sırbistana
verilmiştir
- Arnavutluk devletinin bağımsızlığı kabul edilmiştir.
- Birinci
Balkan Savaşı’nın sonuçları
- Balkanlarda ki ve Ege denizinde ki Osmanlı
hakimiyeti son bulmuştur
- İmzalanan Londra antlaşması ile Bulgaristan Ege
denizin de kıyı sahibi olmuştur
- Osmanlı devletinin balkan devletleriyle
imzaladığı Londra antlaşmasından dolayı sadece Bulgaristan ile sınır komşuluğu
kalmıştır.
Birinci Balkan Savaşı’nın kaybedilmesinin
nedenleri
- Osmanlı devleti savaşlardan yenik ve bitkin bir halde çıktığı
için sanayi alanında ilerleme kaydedememiştir.
- Osmanlı devletinin ordusunun
sayısı savaşlarda yeterli olmamıştır.
- Osmanlı devleti dört cephede savaşmak
zorunda kaldığı için mühimmat ve askerlerini kaybetmiştir
- En önemli sebep ise
orduda görev yapan 65.000 askerin gençleştirme politikası adı altında terhis
ettirilmesi
- İkinci Balkan Savaşı (1913)
İkinci Balkan Savaşı’nın Nedenleri
- Osmanlı devleti savaştan yorgun ve bitkini çıktığı için
otoritesini kaybetmiştir ve balkan devletlerine bir fırsat sunmuştur. Osmanlı
devletinin kalan topraklarını balkan devletleri kendi aralarında paylaşamamış
olması tekrar toprak kazanma hevesiyle savaşın başlamasına neden
olmuştur
- 1.balkan savaşı sonrasında Osmanlı devletinden kazandıkları
toprakların büyük bir kısmını alan Bulgaristana karşı aralarında ittifak yapan
Yunanistan Romanya Sırbistan ve Karadağ Bulgaristana saldırmıştır. Bu saldırıyı
fırsat bilen Osmanlı devleti kaybettikleri toprakları geri almak için
Bulgaristana savaş açmıştır. Osmanlı devleti savaşarak Edirne ve Kırklareliyi
geri almıştır. Bulgaristan savaştan yenik çıktığı için Osmanlı devleti ve Balkan
devletleriyle barış imzalamak zorunda kalmıştır.
İkinci balkan savaşının sonuçları
- Balkan
savaşlarında yaşayan binlerce Türk Anadolu ya göç etmek zorunda
kalmıştır
- Savaştan yenik çıkan ve bir çok toprak kaybeden Osmanlı devleti
Almanya dan yeni silahlar almıştır
- Osmanlı devleti askerlerinin eğitimi için
Almanya dan subaylar getirmiş ve buda Almanya-Osmanlı devleti arasında ki bağı
kuvvetlendirmiştir.
- Batı Trakya Türkleri sorunun çıkmasına neden
olmuştur.
- Balkan Savaşları’nı Bitiren Antlaşmalar
- Bükreş Antlaşması (10
Ağustos 1913)
- İstanbul Antlaşması (29 Eylül 1913)
- Atina Antlaşması (14
Kasım 1913)
- İstanbul Antlaşması (13 Mart 1914)
Atatürk'ün Samsun'a Çıkışı: Büyük önder Mustafa Kemal Atatürk'ün
kurtuluş mücadelesini başlatmak üzere Bandırma vapuru ile 19 Mayıs 1919 yılında
Samsun'a gelmesidir.
Osmanlı İmparatorluğu birinci dünya savaşında Çanakkale'de
destan yazmasına rağmen Almanya'nın yanında yer alması sebebiyle, yenik düşmüş
ve itilaf devletlerince işgal edilmiş ve paylaşılmıştır. İstanbul bölgesi
birleşik güçler, İzmir bölgesi Yunanlılar, Antalya bölgesi İtalyanlar,
Maraş-Antep bölgesi Fransızlar, Musul-Kerkük bölgesini İngilizler, Kars
bölgesini de Ermeniler işgal etmişler, Türk halkı Ankara, Samsun dolaylarında
sıkışıp kalmışlardır.
Acı olan sahne Beş yüz bin kişinin kanının döküldüğü
Çanakkale Boğazından itilaf devletlerine ait donanmanın elini kolunu sallaya
sallaya İstanbul'a girmesidir. Donanma İstanbul limanına yanaştığı ve askerlerin
karaya ayak bastığı sırada Mustafa Kemal'in söylediği söz çok manidardır ve
gelecekte olacakların habercisi gibidir. "Üzülmeyiniz geldikleri gibi giderler"
Hakikatten de öyle olmuştur ansızın geldikleri gibi gitmek zorunda kalmışlardır.
Bu dönem tarih kitaplarında farklı şekillerde anlatılır. Bir
yazar o sırada padişah olan Vahdettin'in hıyanet içinde olduğu ve ülkeyi
işgalcilere teslim ettiğini yazarken, diğer bir yazarda Vahdettin'in sarayda
hapsolmasına karşılık, Mustafa Kemal'in kurtuluş mücadelesini başlatması için
elinden gelen bütün desteği sağladığını yazmaktadır.
Bu göreceli bir durumdur.
Başı ne olursa olsun sonuçta gerçek olan Mustafa Kemal Atatürk'ün kurtuluş
mücadelesini Samsun'dan başlatıp muzaffer olmasıdır. İşgal kuvvetleri ilk iş
olarak ordu komutanlarını hapsedip silahlara el koyup, orduyu
dağıtmışlardır.
Bunun devamında Anadolu'nun bir çok bölgesinde yaşayan gayri
müslümler bir anda memleketin sahip olmuş asırlardır yemek yedikleri topraklara
hainlik etmeye başlamışlardır. Bunlardan biriside Samsun'da başlamış, halka
zulüm eden işgalcilere karşı halk bir tepki gösterip, silahlı çatışma
çıkarmışlardır.
Bunun üzerine işgal kuvvetleri komutanı saraya bir mektup
yollayarak Samsun'daki karışıklığı düzeltmesi gerektiği aksi takdirde orayı da
işgal edeceklerini belirtmiştir. Mektup padişaha okunduğunda, padişah Mustafa
Kemal'in "ordu müfettişi" olarak Samsun'a gönderilmesi emrini vermiştir.
15
Mayıs 1919 günü Atatürk hareket etmiş, yanında milis güçlere yardım götürür
düşüncesi ile bir İngiliz gemisi tarafından takip edilmiş fakat ortaya bir şey
çıkarılamamıştır. İngilizler tarafından istihbarat doğru alınmış fakat yanlış
yerde aranmıştır. Atatürk bandırma vapurunda İngilizleri oyalarken Karadeniz
takalarınca Samsun'a silah nakledildiği söylenmektedir.
Samsun' 19 Mayıs 1919 günü ayak basan Atatürk sözde
incelemelerde bulunmuş, iki tarafla da görüşmüş çatışmayı bastırmıştır. Aslında
amaç Milli mücadeleye başlamak ve güç toplamaktır.
Samsun'dan sonra Erzurum ve
Sivas dolaylarında direniş topluluklarını toplayarak düzenli ordu haline
getirmiş ve kurtuluş savaşının düğmesine basmışlardır.
Aynı "Çanakkale Ruhu"
ile, aynı Çanakkale'deki gibi yine düşman denize dökülmüş, yine büyük bir ders
almışlardır. Samsun yeniden dirilişin ilk durağıdır. Samsun Türkiye Cumhuriyeti
devletinin ilk adresidir. Kısaca Samsun Türkiye'nin temelidir.
Bu çalışma ile, Atatürk’ün biyografisinin
önemli bir bölümü, soyu ve ailesi, arşiv belgelerine dayalı olarak daha düzgün,
tartışmaya yer bırakmayak bir şekilde yazılmaya çalışılmıştır.
MUSTAFA KEMAL ATATÜRK'ÜN SOYU
ÖZET
Her büyük liderin hayatında gördüğümüz gibi, Atatürk’ün
biyografisinde de, bilgi ve belge eksikliğinden kaynaklanan bazı tartışmalı
konular bulunmaktadır. Türk bilim hayatı, bugün bu konuların pek çoğunu
belgelere dayalı olarak açıklığa kavuşturmuştur.
Fakat hala bazı konularda
yanlışlıkların devam ettiği görülmektedir. Bunda, Atatürk ile ilgili arşiv
belgelerinin dikkate alınmamasının rolü olduğu kadar; bazı maksatlı yayınların
da etkisi vardır.
Bu çalışma ile, Atatürk’ün biyografisinin önemli bir bölümü,
soyu ve ailesi, arşiv belgelerine dayalı olarak daha düzgün, tartışmaya yer
bırakmayak bir şekilde yazılmaya çalışılmıştır. Şüphesizdir ki, bu araştırmada
da eksiklikler olacaktır.. Bunların zaman içinde yeni belgelerle tamamlanması
tabiidir.
I. RUMELİ’NİN FETHİ VE TÜRKLEŞMESİ
Mustafa Kemal Atatürk, 1881 (Rumi 1296) yılında
Selanik’te Koca Kasım Paşa Mahallesi Islahhane
Caddesi’nde bugün müze olan üç katlı bir evde dünyaya
geldi. Babası o sırada kereste ticareti yapan Ali Rıza Efendi,
Annesi Zübeyde Hanım’dır. Baba tarafından dedesi, ilkokul
öğretmeni olan Kızıl Hafız Ahmet Efendi; anne tarafından dedesi
ise, Sofu-zade (Sofi-zade) Feyzullah Efendi’dir.
Mustafa Kemal’in hem baba, hem de anne tarafından soyu
Rumeli’nin fethinden sonra buraların Türkleştirilmesi için Anadolu’dan
göçürülerek, iskan edilen “Yörük” (Yürük) veya “Türkmenler”den gelmektedir.
Bu
nedenle, Atatürk’ün soyunun araştırılabilmesi ve anlaşılabilmesi bakımından
önce, Rumeli’nin Türkler tarafından fethedilmesi ve Türk'leşmesi konusunun ortaya
konulması gerekmektedir. Çünkü, hem bu fetih hareketinde, hem de fethedilen
yerlerin Türk'leştirilmesinde, tıpkı Anadolu’da olduğu gibi de
vletin dayandığı
esas unsur, aşağıda işaret edilecek çeşitli sebeplerle Yörük, Yürük, Türkmen vb.
değişik isimlerle anılan “konar-göçer” Türk unsurları olmuştur.
Prof. Dr. Tayyib Gökbilgin’in ifadeleriyle; “Yürükler, Oruç
Bey’in de sarih surette bildirdiği gibi, Oğuzlardandır. Aşiret, taife, cemaat
diye gösterilen, mesela, Türkmen aşireti, Yürük taifesi veya hususi ismiyle
bilfarz Oğulbeyli cemaatı olarak rastlanan Türk göçebe halk grupları etnik
bakımdan ayrı şeyler olmayıp tek menşeden çıkan ve sonra tali gruplara ayrılarak
veya muhtelif grupların birleşmesiyle yeni bir birlik vücuda getiren aynı Türk
halk parçalarıdır.”1 “Tarihi kaynaklarımızda da bazen Türkmen bazen yürük olarak
rastlanan, seyahatnamelerde bu suretle zikredilen bu Türk halkının menşei
itibariyle katiyen Oğuzlardan bulunduğu XV. Asır müverrihlerinden olup da
imparatorluğun kuruluş devri hakkında en eski malumatı verenlerden Oruç Bey’in
bir münasebetle, (Bu Oğuz taifesi göç-güncü yürükler idi) şeklindeki ifadesiyle
de sabittir.”2
Genel olarak, teorik ve analitik bakımdan Yörüklerle ilgili en
ciddi çalışmalardan birisini yapmış olan Prof. Dr. Mehmet Eröz’e göre "Yörük" sözü, "Yörümek" fiilinden yapılma, Anadolu’ya gelip yurt tutan göçebe Oğuz
boylarını (Türkmenleri) ifade eden bir kelimedir...
Kelime sıfattır; aslı da
(yüğrük) dür. Kelime sıfat halinde ileri, medeni, bilgili, cins ve halis
manalarına gelir...
Yüğrük kelimesinin kabiliyetli, dirayetli, cesur manalarına
geldiğini biz de müşahede ettik...
Bütün Yörükler, bu kelimenin (yörümek)
fiilinden müştak olduğunu söylediler. Bize göre (göç) kısmi hareketi, (yörümek)
umumi, bütün hayat boyunca yapıla gelen fiili gösteriyor...
Yörük ve Türkmen
aynı manaya gelmekte, Anadolu’ya gelen göçebe Oğuz Türklerini ifade etmektedir.
Bütün vesikalar bu göçebelerin Orta Asya’dan geldiklerini
göstermektedir...
(Yörük)'le (Türkmen)'in aynı etnik zümreye alem olan iki kelime
olduğunu rahatça söyleyebiliriz. Arşiv vesikalarında bu iki elime müteradif, eş
anlamlı olarak kullanılıyor: Türkman-i Halep, Yörükan-ı
Halep...ilh.”3
A. OSMANLI İSKAN SİYASETİ VE RUMELİ UYGULAMASI
Osmanlı İmparatorluğu, kuruluş, genişleme, duraklama ve gerileme
devirlerinde siyasi, iktisadi ve sosyal durumun değişmesine bağlı olarak, iskan
politikasında da farklı şekilde hareket etmiştir.
Özellikle ilk devirlerde yeni
toprakların elde edilmesiyle, “konar-göçer” aşiretlerin bu yeni topraklara
yerleştirilmesi şeklinde bir iskan politikası takip ederken (dışa dönük bir
iskan siyaseti); imparatorluğun dinamizmini ve etrafa yayılma durumunu
kaybetmesinden sonra, bir iç iskan unsuru olarak ortaya çıkan “konar-göçerler”in
ve çeşitli sebeplerle yerlerini terk eden ahalinin boş ve harap sahalara iskan
edilerek buraların ziraata açılması düşüncesi hakim olmuştur.
Bunun yanı sıra
XVIII. Yüzyılın sonlarına doğru kaybedilen topraklardan kaçan ahalinin iskanı
meselesi de ayrı bir gaile olarak devleti meşgul etmiştir. Yerleşik ahaliyi
korumak maksadıyla göçebe gruplar üzerindeki devlet baskısı da konar-göçerlerin
kendiliğinden yerleşmelerini sağlamıştır.
Şekavet hareketlerine karşı yolların
emniyetini sağlamak amacıyla, “derbent” tesisleri yeniden imar edilerek
çevreleri bir kasaba veya köy şeklinde bir iskan mahalli olarak kullanılmıştır.
XIX. Yüzyıldan itibaren ise, bir “derebeyi” şeklindeki aile grupları ve
aşiretlerin iskanı meselesi için çalışmalar yapılırken, diğer taraftan, artık
tamamen “içe doğru” başlayan muhacir akını ile meşgul olmak durumu ortaya
çıkmıştır.
Bunun için “muhacirin komisyonu” kurulmuş, devlet bu yüzyıldan
itibaren iskan politikasını daha sistemli olarak yürütmüştür.4
Osmanlı Devleti, bu genel “iskan siyaseti”ni şu “iskan
metodları” ile yürütmüştür:
Kuruluş devrinde bir çok tarikata mensup idealist
“derviş’in önderliğinde başlayan ilk iskan hareketiyle birlikte, yeni alınmış
yerlere ahali sürgün ederek, muhtelif yerlerde vakıflar tesis ederek ve müstakil
derbend tesisleri kurup buralara ahali yerleştirerek.
Bilindiği gibi,
Rumeli’deki Türk varlığı Osmanlı Devleti öncesinde de söz konusu idi. Bu
çerçevede bütün Rumeli’de, mesela Makedonya’da Hunlar, Avarlar, Bulgarlar,
Oğuzlar, Kumanlar, Peçenekler ve Selçuklular gibi çeşitli Türk unsurlarının
378-1371 tarihleri arasında yerleşmiş olduklarını ve buralarda bunlarla ilgili
hatıraların bulunduğunu biliyoruz.5
Osmanlı Devleti, 1356’da Gelibolu
Yarımadası’ndaki Çimpe Kalesi’nin alınmasından sonra Rumeli’de süratli bir
şekilde yayılmış, aralıksız 1912 yılına kadar sürecek olan yaklaşık 550 yıllık
Türk hakimiyeti sırasında Rumeli Türkleşmiştir.
Müslüman Anadolu Türklerinin
Rumeli’ye gelişleri başlangıçta “Kolonizatör Türk Dervişleri”6 ile başlamış, söz
konusu “dervişler” askeri fütuhattan önce yerli halkın ve özellikle IX. Yüzyılda
bölgeye gelip yerleşen Peçenek ve Kuman Türklerinin gönüllerini kazanarak asıl
fetih hareketinin zeminini oluşturmuşlardır. Ordunun ardından veya onlarla
birlikte hareket eden, bir nevi “psikolojik harp” veya “istihbarat” unsuru
olarak da değerlendirilebilecek olan tarikat mensubu bir çok dervişin, ıssız
yerlerde yolların geçtiği önemli mevkilere zaviyeler ve tekkeler inşa etmesiyle
ilk teşebbüsler başlamış, kurulan bu tekke ve zaviyeler ilk iskan nüvelerini
teşkil etmiştir. Rumeli’yi bu şekilde iskan eden “Sarı Saltuk” ile Bursa’nın
fethinde rol oynayan “Geyikli Baba” bunlara örnek olarak
verilebilir.7
Kuruluş devrinde, konar-göçer Türk aşiretleri yeni alınan
yerlerin Türkleştirilmesinde kullanılan en önemli unsurlar olmuşlardır. Savaşçı
vasıfları, bir disiplin ve teşkilat içinde olmaları onları daha da önemli hale
getirmiştir.
Nitekim, Rumeli fatihi Süleyman Paşa zamanında “sürgün” metodu ile
aşiretlerin Rumeli’ye “göçürülüp” “iskan edilmeleri”ne başlanmıştır.
I. Bayezid
devrinde aşiretlerin Rumeli’nin Türkleştirilmesi amacı ile daha büyük ölçüde
Rumeli’ye nakledildikleri görülmektedir. Türk topluluklarının Rumeli’ye
nakledilmeleri sırasında, devlet tarafından kendilerine zengin topraklar
verilerek, bütün akrabalarıyla geçecek olanlara ise “yurtluk”, “toprak”, “tımar”
gibi imtiyazlar tanınarak muhaceret teşvik edilmiştir. Bu durum “fütuhat”ı
teşvik amacı taşıdığı kadar, fethedilen yerlerin Türkleştirilmesi ve memleketin
“şenlendirilmesi” yani ekonomik, sosyal bakımdan kalkındırılması amacını da
güdüyordu.
I. Bayezid devrine ait ilk iskan kaydı, 1400-1401 yıllarında
“tuz yasağı”nı kabul etmeyen Menemen Ovası’nda kışlayan aşiretlerden
“Göçerevliler”e ait olup, Filibe taraflarına sürülmüşlerdir. Oğlu Çelebi Mehmed zamanında ise, isyanları Yörgüç Paşa tarafından bastırılan Tatarlar da, Dobruca
havalisine yerleştirilmişlerdir.
1397’de Mora’da Argos’un alınmasından sonra,
buradan 30.000 kişi Anadolu’ya, Anadolu’dan da Üsküp ve Teselya bölgelerine
Türkmen ve Tatar aşiretleri nakledilmişlerdir. Anadolu’dan Rumeli’ye aşiret
göçürülmesi işi, II. Bayezid’in saltanatının sonuna kadar devam
etmiştir.8
B. RUMELİ’YE YERLEŞEN YÖRÜK GRUPLARI
Osmanlı Devleti’nin Balkan Yarım Adası’ndaki ilerlemesi ve
yayılmasına paralel olarak, yörük gruplarının sayıları ve önemleri artmış ve
daha sonra da bunları askeri bir teşkilata bağlamak, kendilerine mahsus bir
nizam ve kanun meydana getirmek lüzumu ortaya çıkmıştır. Rumeli’ye peyderpey
geçen çeşitli mıntıkalarda iskan edilen yörük grupları, XV. Asır ortalarından
itibaren askeri ve stratejik vazifelerde belli roller almaya başlamış,
içlerinden bu işleri başarabilecek şahıslar tespit edilmiş, tahrirleri
(yazımları-sayımları) yapılmış; bunların celpleri, mükellefiyetleri ve diğer
hususları belli kurallara bağlanmıştır.
Böylece, XVI. asır ortasında artık ordu
hizmetlerinde ve devlet işlerinde yer ve vazife alan düzenli bir askeri sınıf
meydana gelmiştir.
XVII. asırda Rumeli’deki bu yörük teşkilatları dağılmaya
başlamış, yörük yazılanlar azalmış, bunların önemli bir kısmı
“konar-göçer”likten çıkarak yerleşik hayata geçmişlerdir. Sefer zamanlarında
kendilerine verilen görevler yerine getirilemez olmuştur.
İkinci Viyana
Kuşatması ile başlayan uzun Avusturya savaşları sırasında bu durum daha iyi
görülmüştür. Bu nedenlerle, XVII. asrın sonları ile XVIII. asrın başlarında,
kısmen disiplin ve düzenleri bozulan bu gruplar yeniden düzenlenmişlerdir.
1691
yılında Padişahın bir ‘‘hattı hümayunu” ile yörük grupları, “Evlad-ı Fatihan”
adı altında ve Rumeli’nin “sağ, sol ve orta kolu”nda olmak üzere yeniden
yazıldı. Böylece teşkilat hem adını, hem de zamanın ihtiyaçlarına göre askeri ve
ekonomik şekil ve bünyesini az çok değiştirdi.9
Kaynakların verdiği bilgiler değerlendirildiği zaman
görülmektedir ki, Rumeli’ye yerleşen Türk grupları üç önemli isim altında
toplanmaktadır: Konyarlar, Yörükler (Yürükler) ve Tatarlar. Atatürk’ün anne
tarafından soyunu ilgilendirdiği için aşağıda haklarında ayrıntılı bilgi
vereceğimiz ve kendileri de bir “yörük” grubu olmalarına rağmen, Anadolu’dan
geldikleri yerin (Konya-Karaman) ismiyle anılan “Konyarlar” dahil bütün
Yörükler, çeşitli tarihi, kültürel ve coğrafi nedenlerle isimler almışlardır.
Osmanlı Devleti’nin resmi kayıtlarında geçen ve adlarına “tahrirler” yapılan,
Rumeli’ye iskan edilen Yörükler şunlardır: “Naldöken Yörükleri, Tanrıdağı
(Karagöz) Yörükleri, Selanik Yörükleri, Ofçabolu Yörükleri, Vize Yörükleri ve
Kocacık Yörükleri”.
Belgelere göre, Rumeli’deki Yörüklerin üç şekilde isim aldıkları
görülmektedir:
İlk olarak başlarındaki reislerinin veya “beylerinin” adına,
İkinci olarak herhangi bir farklı veya mümeyyiz özelliklerine,
Nihayet üçüncü
olarak da en çok bulundukları mahallin adına göre.
İsimlendirmede veya isim
almada başlangıçta ilk şekil yaygın olmakla birlikte, daha sonra bir merkez
etrafında toplanmaları ve yarı yarıya yerleşik hayata geçmeleri sonucunda üçüncü
şekil yayılmıştır.
Mesela “Koca Hamza Yörükleri”, birinci şekilde isim
alanlardandır. Atatürk’ün baba soyunun geldiği “Kocacık Yörükleri” işte bu Koca
Hamza Yörükleri’dir. “Naldöken Yörükleri” ise ikinci şekil isim alan
gruplardandır.
Çünkü onlar, nal dökme sanatı ve işinde temayüz etmişlerdi.
Naldöken Yörüklerine XV. Yüzyılda “Yörükan-ı Nalbant Doğan” da denilmekteydi.
Aynı şekilde kayıtlarda “Yay Döken Yörükleri” de vardır. Bunlar, Anadolu’da da
aynı isimle anılıyorlardı. “Selanik” “Ofçabolu” ve “Vize” Yörükleri ise yoğun
olarak yaşadıkları merkezlerin isimleri ile anılmıştır ki, coğrafi bir
isimlendirmedir. Bu Yörük grupları içinde o bölgede yaşayan, Konyarlar,
Kocacıklar vb. gibi Yörük grupları da bulunmaktadır.10
II. ATATÜRK’ÜN BABA SOYU: “KIZIL OĞUZ” YAHUT “KOCACIK”
YÖRÜKLERİ
Mustafa Kemal Atatürk’ün baba soyu, Aydın/Söke’den gelerek
Manastır Vilayeti’ne yerleştiler. Ali Rıza Efendi Manastır Vilayeti’nin Debre-i
Bala Sancağı’na bağlı Kocacık’ta (muhtemelen 1839’da) dünyaya gelmiştir. Aile
sonradan Selanik’e giderek yerleşmiştir.
Dedesi Ahmet ve dedesinin kardeşi Hafız
Mehmet’in taşıdığı “kızıl” lakabı ve yerleştikleri nahiyenin adı olan
“Kocacık’“ın da gösterdiği üzere; Mustafa Kemal’in baba tarafından soyu
Anadolu’nun da Türkleşmesinde önemli roller oynayan “Kızıl-Oğuz yahut “Kocacık
Yörükleri, Türkmenleri” nden gelmektedir.
Atatürk’ün babasının soyu ile ilgili
bilinenleri ortaya koymadan önce tarihi devamlılığı gösterebilmek için, Kızıl
Oğuzlar ve Kocacıklar ile ilgili belgelere dayalı bilgilerin bilinmesi ve
ailenin serüvenini bu temel üzerine oturtulması gerekmektedir. Böylece,
Rumeli’nin Türkleşmesi ve Rumeli’nin Osmanlı Devleti dönemindeki teşkilatlanması
içinde mesele daha iyi anlaşılmış olacaktır.11
A. KIZIL OĞUZLAR YAHUT KOCACIKLAR HAKKINDA İLK BİLGİLER
VE ANADOLU’DAKİ VARLIKLARI
Kızıl Oğuzlar’ı veya Kızıl Oğuz Türkmenleri’ni, “Kızılkocalılar”
olarak ifade ederek, Kocacık Yörükleri veya Türkmenleri ile aynı “Yörük grubu”
olarak ele alan Hüseyin Şekercioğlu, bunların “Oğuzların Kızıl Oğuz boyundan
olduğu” düşüncesindedir.”
1041 yılı civarında Hazar Denizi’nin güneyinde ve
güneybatı bölgesinde Tahran, Kazvin, Rest, Zencan ve Tebriz bölgelerinde oturan,
“Kızıl Özen” veya “Kızıl Ören” Irmağı bölgesinde yaşayan ve İldeniz
hükümdarlarından Arslan Şah’ın oğlu “Kızıl Bey”in oymakları oldukları için bu
Türkmenlere “Kızıl Oğuz Türkleri” adı verilmiştir.12
Bunları, X. Yüzyılın
birinci yarısında müstakil ve kudretli bir devlet olan “Oğuz Yabgu Devleti”
içinde ve Büyük Selçuklu Devleti kurulmadan önce, Selçuk’un dört oğlundan birisi
olan Arslan Yabgu ile birlikte hareket ederken görüyoruz. Aynı zamanda Türkiye
Selçukluları Devleti’ni kuranların ataları da olan Arslan Yabgu. Gazneli Sultanı
Mahmud tarafından tutuklanarak hapsedilince (1025), bu bölgeyi terk ederek
Horasan’a geçen ve Serahs, Ferave (bugün Kızıl Arvat, Kızıl Ribat) ve Abiverd’e
yerleşen 4000 çadırlık Oğuz kümesinin başında, Yağmur, Buka, Gök-Taş ve Kızıl
Beyler bulunuyordu.
Kızıl Bey daha sonra Gazneli Mesud’un hükümdarlığı sırasında
onun hizmetine girdi. Humar-Taş Bey’in idaresinde bazı Türkmen grupları sonradan
Irak’a giderek yerleştiler. Horasan Balhan bölgesinde kalan gruplardan ayırmak
için bunlara “Irak Oğuzları” denildi.
“Kızıllı Oğuzları”, Selçukluların 29
Haziran 1035’de Gazneli ordusunu Nesa Savaşı’nda yenilgiye uğratmalarından sonra
“Irak Oğuzları” ile birlikte görüyoruz:
Bu zaferden sonra, Selçuklulara çeşitli
Oğuz oymakları katıldığı halde, “Yağmurlu Oğuzları” ve “Balhan Türkmenleri” ile
birlikte “Kızıllı Oğuzları” katılmamış; bir süre İsfahan hakimi Alaü’d-devle’nin
hizmetine girmişler, daha sonra onlardan da ayrılarak soydaşları “Irak
Oğuzları”na katılmışlardır.
Bir süre sonra bu Oğuzlar Rey’deki Oğuzlara katıldılar. Irak
Oğuzları 5000 atlı çıkarabiliyorlardı ve bu dönemde başlarında Kızıl, Gök-Taş,
Buka, Giz Oğlu, Mansur, Dana (?) ve Anası-Oğlu gibi beyler bulunuyordu.
Bunlardan Kızıl ve Buka önce Rey’i, sonra da Hemedan’ı ele
geçireceklerdir.
Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey’in kız kardeşi ile evlendiğini
bildiğimiz ve devletin kuruluşunda Selçuklulara büyük destek veren Kızıl Bey,
takriben devletin kuruluşundan sonra 1040 veya 1041’de ölmüş, Rey Şehri
civarında gömülmüştür.13
Tuğrul Bey’e bağlı olan bu Kızıl Oğuz Türkmenleri,
başlarında Mansur, Gök-Taş, Buka Beyler olduğu halde Anadolu’ya yapılan
akınlarda aktif olarak rol aldılar.
Sultan Alp Arslan ve Sultan Melikşah
dönemlerinde Alp Arslan’ın yeğeni Sadettin Bey’in emrine giren Kızıl Oğuzlar,
1071 Malazgirt Meydan Muharebesi ve Zaferi’nden sonra Kars, Erzurum, Erzincan ve
Sivas illerine doğru akınlara başlayarak Sivas ve Tokat arasındaki Kelkit
Vadisi’ni ele geçirdiler. Türkiye Selçukluları’nın son zamanları ile Anadolu
Beylikleri döneminde Ankara’nın idaresini elinde bulunduran Ankara Valisi “Kızıl
Bey” de bu Kızıl Oğuz Türkmenlerinden idi.
Selçuklu Devleti’nin “iskan” politikaları çerçevesinde Tokat,
Amasya, Konya, Karaman, Ankara, Aydın, İsparta, Balıkesir, Bolu, Kastamonu ve
Sinop illerine yerleştirilen Kızıl Oğuz Türkmenleri; 1410’da Reşadiye ve
Mesudiye arasındaki “Kızıl Özenliler Yurdu” olarak anılan (bugünkü
Reşadiye-Kızıl Ören Köyü civarı) bölgede “Kızıl Ahmetliler” isimli bir de beylik
kurdular. Beyliğe adını veren Kızıl-Oğlu Ahmet Bey ve kardeşleri, Amasya, Tokat,
Çorum ve Sivas, Ordu, Samsun, Giresun ile Şebinkarahisar’ı ele geçirdiler.
Kızılırmak ve Yeşilırmak bölgesine hakim oldular. 1424 yılında Sultan II.
Murat’ın emri ile Amasya Valisi Yörgüç Paşa, Kızıl-Oğlu Ahmet Bey ve diğer ileri
gelenleri Amasya Kalesi’ne davet ederek ortadan kaldırdı. Kızıl Oğuz Türkmenleri
de Anadolu’nun çeşitli yerlerine dağıtıldılar. Kızıl Oğuz Türkmenleri’nin büyük
bir bölümü, Fatih Sultan Mehmet zamanında Evrenos-Oğlu Ali Bey komutasında
Rumeli’de fethedilen Selanik, Manastır ve Yanya illerine yerleştirildiler. Son
İsfendiyaroğulları Beyi ve Osmanlıların Kastamonu Valisi Cemalettin Kızıl Ahmet
Paşa, 1515’lerde Bayburt Sancak Beyi olan Mirza Mehmet Bey ve Bolu Sancak Beyi
olan babası Kızıl Ahmet Bey ile III. Murat zamanında Rumeli Beylerbeyi olan
Kızıl Ahmetli Şemsi Paşa Kızıl Oğuz Türkmenlerinden idi.14
Merhum Prof. Dr. Faruk Sümer’in XVI. yüzyıl Tahrir Defterleri’ne
dayanarak yaptığı araştırmalara göre, XVI. yüzyılda Anadolu’da Kızıl Oğuz
Türkmenleri’ne bağlı “oymaklar” şuralarda görülmekteydi: Maraş’tan Ankara,
Kayseri, Kırşehir’e kadar olan sahada yayılmış bulunan “Dulkadırlı Eli”ne bağlı
“Kızıllu” oymağı. Boz-Ulus’un bir kolu olan “Diyarbekir Türkmenleri”ne bağlı
“Koca-Hacılu” oymağı. Boz-Ulus’un “Dul-kadırlı” oymaklarından “Kızıl-Kocalu”
oymağı. “Boz-Ok Eli” (bugünkü Yozgat bölgesi)’ne bağlı Kara-Taş’ta
“Kızıl-Kocalu”, Ak-Dağ’da “Kızıl-Kocalu”, Sorgun’da “Kızıl-Kocalu” oymakları.
“Menteşe Eli” (bugünkü Muğla yöresi)’nde “Kızılca-Yalınc” ve “Kızılca-Keçilu”
oymakları.15
Bilindiği gibi “yer adlan”, kültür tarihi bakımından çok büyük
bir önem taşır. Anadolu’nun ve Rumeli’nin Türkleşmesinde de görüldüğü gibi
Türkler, çeşitli geleneklere bağlı olarak yer adı vermektedirler. Bazen milli
kültürün bir parçası olarak Orta Asya’daki yer adları Anadolu ve Rumeli’deki
benzer yerlere verilmiştir. Bazen, bir boy veya oymak yerleştiği yere boyunun
veya oymağının adını vermiştir. Bazen, boy beyi veya boyun bir büyüğünün adı
verilmiştir. Arazi şekline, yerleşme esnasındaki bir olaya, eski bir totem olan
ve silik izleri hatıralarda devam eden bir hayvanın adına göre de isim verilir
veya alınırdı.16 Anadolu’da dün ve bugün gördüğümüz bütün “Kızıl” sözü ile
başlayan yer adları da bu gelenek çerçevesinde, işte bu Kızıl Oğuz Türkmenlerin
hatıralarını taşır. Bazı misaller şu şekilde verilebilir: Kızıl-ırmak,
Kızılca-hamam, Kızılca-viran (bugünkü Kızılca-ören) (XVI. Yüzyıl, Bayburt Sancak
Merkezi), Kızılca-kent (XVI. Yüzyıl, Bayburt, Kelkit), Kızılca (XVI. Yüzyıl,
Bayburt, Tercan-ı Süfla)17, Kızıl-köy (Afyon, Bursa), Kızıl-çakçak,
Kızıl-ziyaret (Ağrı), Kızıl-öküz (Kars), Kızıl-ırmak, Kızıl-dağları (Suşehri,
Refahiye, İmranlı arasında), Kızıl-kuyu, Kızıl-lar, Kızıl-yaka, Kızıl-ören
(Karaman’ın köyleri).18
B. KIZIL OĞUZLAR YAHUT KOCACIKLARIN RUMELİ’DEKİ
VARLIKLARI
Anadolu’daki oymak adlan ve yer adlarında da görüldüğü üzere,
Kızıl Oğuz Türkmenleri’ne “Kızıl-Kocalu”, “Kızıl-Kocalı”, “Kocacıklılar”
“Kocacıklar”, “Kocacık Türkmenleri” ve “Kocacık Yörükleri” gibi isimler de
verilmektedir. Rumeli’ye iskan edilen “Kocacık Yörükleri”, XVI. ve XVII.
yüzyıllarda kendileri için müstakil “tahrir defterleri” tanzim edilen altı yörük
grubundan birisidir. Arşivlerimizde doğrudan Rumeli’deki Kocacık Yörükleri ile
ilgili olan ve yaklaşık bir asırdan fazla bir zamanı (1543-1666) gösteren dört
adet defter bulunmaktadır. Bunlardan ikisi tam ve müstakil, teşkilatın henüz
kuvvetli olduğu zamanlara (1543 ve 1584) mahsustur. 1642 ve 1666 senelerinin
durumunu bildiren diğer ikisi eksik ve diğer defterlerin içinde bulunmaktadır.
Bunlar, teşkilatın bozulmaya başladığı döneme aittir.
Rumeli’deki Kocacıkların başlarında, hakkında tarihi bir bilgiye
sahip olmadığımız “Koca Hamza” isimli bir beyin bulunmasından dolayı önceleri
“Koca Hamza Yörükleri” olarak anıldıklarını; sonradan çoğunlukta bulundukları
yerlerde Kocacıklar olarak tanınmaya devam ettiklerini biliyoruz. 1543’te 132,
1584’te 179 ocak olarak görülen ve altmış sene sonra 18 ocağa düşen Kocacık
Yörükleri’nin nüfuslarındaki önemli artış 1572 ile 1575 yılları arasında
olmuştur. Kayıtlara göre yerleştikleri ve kendi adları ile yazıldıkları yerler
şuralardır: “Hırsova, Tekfurgölü, Varna, Pravadi, Aydos, Ruskasrı, Ahyolu,
Karinabad, Şumnu, Burgaz, Kızılağaç, Yanbolu, Eskibaba, Kırkkilise, Edirne,
Filibe, Silistre, Hacıoğlu-Pazarcık, Ak-kerman, Bender, Kili”. Kısmen Naldöken
ve Tanrıdağı Yörükleri’nin de bulunduğu Doğu Trakya, Bulgaristan ve Doğu
Rumeli’nin doğu tarafları, bütün Dobruca ve Bender, Akkerman yörelerinde (Eski
Paşa Livası ile birlikte Kırkkilise, Çirmen, Vize, Silistre, Bender, Akkerman
Sancakları) yaşayan Kocacıklar, onlardan az miktarda olmakla birlikte oldukça
önemli bir grup teşkil etmişlerdir. Bu bölgede başlarında “subaşı” olarak,
1543’te Mustafa (Bz)bali Bey, 1572’de Mahmut, 1584’te Mehmet ve 16O3’te Muharrem
Beyler görülmektedir.
Kocacık Yörükleri’nin yerleştikleri yerler, Karadeniz sahilini,
takriben, Filibe istisna edilirse, nihayet 250 kilometrelik bir saha içinde
uzanan şerit içinde, bugünkü Türkiye’den Edirne ve Kırklareli Vilayetleri,
Bulgaristan ve Doğu Rumeli’nin doğu tarafları ve Silistre dahil olmak üzere
boydan boya Dobruca ve nihayet Kuzeyde Kili, Bender, Akkerman üçgeninin
bulunduğu mıntıkalardan ibarettir. XVI. asrın ikinci yarısında en çok yoğunluk
gösterdikleri bölge Yanbolu, Varna, Şumnu arasıdır. Sonra Hırsova gelir ki, bu
miktar, bu mıntıkada yazılan Naldöken, Tanrıdağı, Selanik Yörükleri toplamından
daha fazladır ve bu grup içerisinde Yanbolu’dan sonra da en fazla bulundukları
yerdir. XVI. asrın ikinci yarısında, bugün çoğunu tespit edemediğimiz, Kocacık
Yörükleri’nin ikamet ettikleri 1600’den fazla meskun mahal bulunmaktaydı. Kendi
isimleri ile kayıtlı oldukları 1543 Tarihli Tahrir Defteri’ne göre, bizzat kendi
hatıralarını taşıyan şu köy ve sancak adlarını tespit edebiliyoruz: “Kocalar”
(Ahıyolu), “Koca-göl”, “Koca-kurd”, “Koca-oğulları” (Akkerman, Bender, Kili),
“Koca-Halil” (Babaeski), “Kızılca”, “Kocaşlı”, “Koca-göl” (Dobruca),
“Kızılca-Veli”, “Kızıl-hisarhk”, “Kocuk-Bilal” (Hırsova), “Koca-tarla”
(Kırkkilise), “Kızılcalı” (Provadi), “Koca-Ömer” (Rus Kasrı), “Kızılca-İlyas”,
“Kızılca-İsmail” (Silistre), “Kızıl-Bekir” (Şumnu), “Kızılca”, “Kızılca-İsmail”
(Varna), “Kızılcıklı”, “Kocalar”, “Kocalı-Musa Kocalı” (Yanbolu),
“Yenice-Kızılağaç”(Sancağın adı)-20
Kocacık Yörükleri kendi defterlerine yazıldıkları bu yerlerin
dışında da buralardaki yoğunlukta olmasa da, önemli miktarda bulunuyorlardı.
“Evlad-ı Fatihan Teşkilatı”nın kurulmasına kadar özellikle, “Selanik Yörükleri”
ve “Ofçabolu Yörükleri” olarak yazılan ve kayıtları tutulan yörük grupları
içinde Kızıl Oğuz veya Kocacık Yörükleri de bulunuyordu.
Fethinden itibaren yoğun bir şekilde bütün Makedonya ve Teselya
bölgesinde, nisbeten az miktarda olmak üzere de Bulgaristan ve Dobruca’da iskan
edilmiş olan “Selanik Yörükleri”, Teselya’da; en çok Yenişehir’de, Florina,
Serfiçe, Avrethisarı, Ustrumca’da, Dobriça’da da Silistre’de yaşıyorlardı.
Toplam 500 ocak olan Selanik Yörükleri, 1543 Tarihli Tahrir Defteri’ne göre
“ocak” sayılarıyla birlikte şu mıntıkalarda bulunuyorlardı: Manastır (7),
Pirlepe (13), Florina (36), Serfiçe (33), Fener (23), Badracık (5), Çatalca
(60), Yenişehir (117), Kelemeriye (35), Pınardağı (8), Yenice-Vardar (2),
Avrethisarı (47), Usturumca(28), De-mirhisar (8), Filibe (10), Kızıl-ağaç (2),
Yenizağra (1), Eskizağra (6), Ak-çekazanlık (1), Hasköy (1), Lofça (3), Yanbolu
(1), Tatarpazarı (7), Pravadi (3), Silistre (26), Tekfürgölü (2), Varna (4),
Hırsova (2), Şumnu (2), Çernova (4), Tırnova (3).21
“Ofçabolu” bugünkü Makedonya Cumhuriyeti sınırlarındaki Üsküp
ile İştip arasında az arızalı ve konar-göçer yaşayış tarzına elverişli bir
bölgenin adıdır. Buraya “Mustafa Ovası” da denilmektedir. Merkez kasabası
İştip’tir. Gerek burada, gerek Pirlepe ve Tikveş civarında bulunan, daha XIX.
Yüzyılda bile varlıkları tesbit edilen Yörükler, XVI. ve XVII. Yüzyıllarda
“Ofçabolu Yörükleri”ni teşkil ediyorlardı. Bunlar imparatorluğun eski Kosava ve
Manastır Vilayetlerinde bilhassa dört yerde yoğun bir halde, Bulgaristan ve
Dobriça’da da bazı yerlerde tek tük olarak görülmektedirler. 1566’da 97, 1608’de
88 ocak olarak tesbit edilen Ofçabolu Yörükleri, 1566 tarihli Tahrir Defteri’ne
göre Üsküp (18), Ostruva (14), İştip (31), Pirlepe (35), Tatarpazarı (1), Filibe
(1), Yanbolu (2), Silistre (1), Tırnova (2) ve İhtiman (2)’da bulunuyorlardı.
Burada kayıtlara geçen “ocak” sayıları yoğun olarak yaşadıkları yerleri de
göstermektedir.22
Yukarıda değinildiği üzere, Rumeli’yi Türkleştiren bu Yörük
unsurlar, 1691’den sonra “Evlad-ı Fatihan” ismiyle yeniden örgütlenmişlerdir.
Hasan Paşa tarafından yapılan “tahrir”e göre, 1691 (1102) Tarihli Evlad-ı
Fatihan Defteri’nde tesbit edilebilen “Kızıl Oğuz” veya “Kocacık” Yörüklerinin
adını taşıyan kaza ile köy adları ve bu köylerin çıkarmakla yükümlü oldukları
“yürük piyadeleri” sayısı şu şekildedir (parentez içindeki isimler köylerin
bağlı oldukları kazaları göstermektedir) : Yenice-i Kızılağaç 14, Kızılcıklı 2
(Çırpan), Kızılca-Ali 8 (Tatarpazarı), Koca-beğli 1 (Filibe), Kızılca-kasaplı 7
(Uzunca-ova Hasköy), Kızıllu 5 (Kavala), Kızıl-doğan 9 (Toyran), Kızıllı 14
(Nahiye-i Bazargah), Koca-Ahmedli 66 (Cuma-Pazarı, Sarı-Göl), Kocalı Mahallesi
(Radovişte 50), Koca-Ömer ma’a Kaba-ağaç 11, Kızıl-ağaç 1 (Gümilcine),
Koca-Mahmudlu 1 (Yenice-Karasu), Boynu-kızıllı 14 (Çağlayık), Kızıllık 26
(Serez), Koca-doğan 3 (Hacı-oğlu-Pazarı), Kara-koca 5, Kızılcıklı 43,
Koca-oğulları 7 (Silistre), Koca-Ali ma’a Dede 3, Koca-doğan 1, Kızıllar 9,
Koca-pınarı (Hezargrad), Kara-koçılı (Kara-kocalı ?)18, Kocaman 1 (Rusçuk),
Kocacıklu 4, Bayır-kocalar 4 (Şumnu).23
C. KIZIL OĞUZ YAHUT KOCACIK YÖRÜĞÜ OLARAK ALİ RIZA
EFENDİNİN AİLESİ
Atatürk’ün soyu ile ilgili elimizdeki en sağlam bilgiler
öncelikle kendisinin, annesinin, kardeşi Makbule Hanım’ın anlattıklarıdır.
İkinci olarak, kendisini ve ailesini tanıyan Hacı Mehmet Somer gibi, kimi
çocukluk arkadaşlarının verdiği bilgilerdir. Mustafa Kemal dahil aile
fertlerinde kuvvetli bir “Yörük, Türkmen olma” bilinci vardır: Makbule Hanım, E.
B. Şapolyo’nun sorduğu “babanız nerelidir?” sorusuna şu cevabı vermiştir: “Babam
Ali Rıza Efendi yerli olarak Selaniklidir. Kendileri Yörük sülalesindendir.
Annem her zaman Yörük olmakla iftihar ederdi. Bir gün Atatürk’e ‘Yörük nedir?’
Diye sordum. Ağabeyim de bana ‘Yürüyen Türkler’ dedi.” Yine Şapolyo’nun Ruşen
Eşref Ünaydın’dan naklettiğine göre, “Atatürk, çok kere benim atalarım
Anadolu’dan Rumeli’ye gelmiş Yörük Türkmenlerdendir derlerdi.”24
Atatürk’ün baba soyu ile ilgili önemli bilgileri verenlerden
birisi de M. Kemal’in Selanik’te mahalle ve okul arkadaşı, eski
Milletvekillerinden Hacı Mehmet Somer Bey’dir. Somer’e göre; “Atatürk’ün ataları
hakkında benim bildiğim şunlar: Atatürk’ün ataları Anadolu’dan gelerek Manastır
Vilayeti’nin Debre-i Bala Sancağı’na bağlı Kocacık nahiyesine yerleşmişlerdir.
Bunları ben Selanik’in ihtiyarlarından duymuştum. Kocacıklıların hepsi öz Türkçe
konuşurlar. İri yapılı adamlardır. Bunların hepsi Yörüktür. Hayvancılıkla
geçinirler, sürüleri vardır. Bir kısmı da kerestecilik ederler. Bunların
kıyafetleri Anadolu Türklerine benzer. Yaşayışları, hatta lehçeleri de
aynıdır.”25 Atatürk’ün babasını ve dedesi “Kızıl Hafız Ahmet’i tanıyan Eski
Aydın Milletvekili Tahsi San Bey ve Eski Umumi Müfettiş ve Milletvekili Tahsin
Uzer’den Kılıç Ali’nin26 ve Tahsin San Bey’den E. B. Şapolyo’nun27 naklettiği
bilgiler de, Atatürk’ün baba soyunun “Anadolu’dan Rumeli’ye geçmiş olan
Yörüklerden” olduğunu göstermektedir. Atatürk’ün baba soyu, Aydın/Söke’den
gelerek Manastır Vilayeti’nin Debre-i Bala Sancağı’na bağlı Kocacık’a yerleşti.
Aile sonradan Selanik’e göç etti. Dedesi Ahmet ve dedesinin kardeşi Hafız
Mehmet’in taşıdığı “kızıl” lakabı ve yerleştikleri nahiyenin adı olan
“Kocacık’“ın da gösterdiği üzere; Mustafa Kemal’in baba tarafından soyu
Anadolu’nun da Türkleşmesinde önemli roller oynayan “Kızıl-Oğuz” yahut “Kocacık
Yörükleri, Türkmenleri” nden gelmektedir.
Bugün nüfusu yaklaşık 2.100.000 olan Makedonya Cumhuriyeti
içerisinde bir kısmı hala konar-göçer hayatı devam ettiren Yörük olmak üzere,
yaklaşık 200.000 civarında Türk yaşamaktadır. Makedonya’nın her tarafına dağınık
olarak yaşayan Türklerin en yoğun olarak bulundukları yerler. Gostivar ve Üsküp
gibi şehirleriyle Batı Makedonya Bölgesi’dir. Bu şehirlerden başka. Kalkandelen,
Ohri, Struga ve Debre, Jupa; Doğu Makedonya’da ise, Manastır. Pirlepe, İştip,
Ustrumca ve Kanatlar önemli Türk yerleşim birimleridir.28
Sofya Üniversitesi Profesörlerinden J. İvanof 1920’de Paris’te
yayınlanan eserinde, Makedonya’ya Türklerin yerleşmeleri ile ilgili olarak şu
bilgileri vermektedir: Türkler, XIV. Asırdan itibaren ve Çirmen zaferini
müteakip Makedonya’ya yerleşmeye başladılar. Şehirler Üsküp, Pirlepe, Köstendil,
Drama bir ara tamamıyla Türklerin yaşadığı şehirler olur. Türk ordusunun
fethettiği stratejik noktalar etrafında süratle Türk kasabaları meydana
getirilir. Bunlar Anadolu’dan göç eden Türklerdir. Göç eden Türklerden kurulu
yepyeni şehirler meydana gelir: Yenice, Vardar. Zamanla şehirlerde Türk nüfusu
karışık bir manzara arz eder. Fethi müteakip, Hıristiyan yerliler İslam dinini
kabul ederler. Hemen fetihten sonra göç etmiş temiz Türk topluluğu etrafında
toplanırlar. Şehirlerin dışında köyler etrafında da Türk toplulukları da vücuda
gelir. Bunlar Anadolu’dan göç etmiş büyük gruplardır. Onlara Yörük ve Konyar
adını vermelerinin sebebi bu göçmenlerin Anadolu’dan Konya’dan gelmiş
olmalarıdır. Umumiyetle Yörükler ve Konyarlar Türkler gibi giyinen, konuşan
yerlilere (İslamiyeti kabul eden Hıristiyanlara) karışmazlar. Bu Türk göçmen
toplulukları üç büyük grup halindedir: 1. Ege Denizi Kıyı Bölgesi: Rodoplardan
denizi kadar iner. Selanik bölgesi dahil buraları tamamıyla Türk’tür. 2. Sarıgöl
Bölgesi: Burada Sarıgöl (Kayalar), Cuma gibi zengin Türk kasabaları vardır. Bu
bölgedeki köylerin sayısı 130’dur. 3. Vardar Bölgesi: 240 Türk kasaba ve köyü
vardır. Vardar nehrinin umumiyetle doğu kıyılarındadır. Bu üç büyük göç
grubundan başka, daha ufak göç grupları da dağınık yerleşmişlerdir: -Vardar
Nehri aşağı kısımlarında, Maya Dağı civarındakiler, -Manastır Ovası’nda Kenali
(Kınalı? Kanatlı?)de oturanlar, -Debre güneyinde, Kara Drin nehri geçitlerini
tutanlar.”29
İşte Atatürk’ün dedelerinin Anadolu’dan gelerek yerleştikleri
Osmanlı Devleti döneminde Manastır Vilayeti’ne bağlı dört sancaktan biri olan
“Debre-i Bala”nın merkezi, bugün Batı Makedonya’daki Debre şehridir. Babası Ali
Rıza Efendi’nin doğduğu “Kocacık” nahiyesi de şimdi Jupa Bölgesi’nde yine aynı
isimle anılan bir köydür. Köyde şu anda Jupa Bölgesi Türk çocuklarının Türkçe
eğitim gördükleri Necati Zekeriya Merkez İlkokulu isminde bir okul da
bulunmaktadır. 1993 yılında gazeteci Altan Araslı, Kocacık Köyü’ne giderek,
burada Atatürk’ün dedesinin evini bulmuştur. “Atatürk’ün Büyükbabası’nın Evini
Bulduk, Atamız Yörük Türkmeni” başlığı ile verilen haberde, Kocacıklılarla
yapılan konuşmalar da göstermektedir ki, Atatürk’ün baba soyu hakkında
nakledilen bilgiler doğrudur ve bunlar köydeki yaşlı insanlar tarafından hala
canlı bir şekilde hatırlanıp, anlatılmaktadır. Ayrıca, bugün yaşayan Kocacık
Köylülerinde de “Yörük, Türkmen ve Oğuz olma bilinci” vardır.
Araslı’nın Üsküp’te görüştüğü Kocacıklı Numan Kartal anlatıyor:
“Ali Rıza Efendi, Manastır Vilayeti’nin, Debreibala Sancağı’na bağlı Kocacık’ta
dünyaya geldi. Kocacık’ın nüfusu tamamen Türk. Hepsi de Yörük Türkmenleri.
Anadolu’dan geldiler. Bizler, Müslüman Oğuzların Türkmen boyundanız. Atatürk’ün
büyükbabası, İşkodyalılar ailesinden, Babaanne’si ise Golalar ailesinden
gelmektedir. İşkodyalılar, İşkodya’dan, Kocacık’a gelip yerleşen akıncı
Türklerinin adıdır. Golalar ise ‘hudut gazileri’ anlamını taşımaktadır. Dedesi,
Kocacık’ın Taşlı Mahallesi’nden, Babaanne’si ise Yukarı Mahallesi’ndendir. Ayşe
Hanım, Taşlı Mahallesi’ne gelin gelmiştir. Kırmızı Hafız Mehmet Efendi, Çınarlı
Mahallesi’nde İlkokul öğretmenliği yapmış. Kocacık’ın Taşlı Mahallesi’nin üst
tarafında bir yokuş vardır. Önünde küçücük bir derecik akar. Bu nedenle oraya
Dere Mahallesi de denir. İşte Ata’nın Büyükbaba’sının evi oradaydı. Kocacık’tan
temelli göç ettikleri zaman, evlerini Etem Malik’lere satmışlar. Malik’in oğlu
Hayrettin İzmit’te oturmaktaydı.”
Yine Üsküp’te yaşayan Kocacıklılardan Murat Ağa Altan Araslı’ya
şu bilgileri vermiştir: “Atatürk’ün dedesinin adı Kırmızı Hafız Ahmet
Efendi’dir. Lakapları böyle. Ama, asıl hafız olan kardeşi Mehmet Efendi’dir.
Babaanne’sinin adı da Ayşe Hanım’dır. Daha sonraları Ahmet Efendi’ye ‘firari’
denmeye başlamış. Firari, Rumeli’de ‘gurbetçi’, ‘gurbete çıkan’ anlamına
gelmektedir. Yalnız, Selanik’te vuku bulan bir olayla da bağlantılıdır.
Kocacık’ın toprağı münbit değildir. Olanakları da kısıtlıdır. Bu nedenle, Ahmet
Efendi, Yukarı Mahalle’den Feyzullah Pehlivan ve Taşlı Mahallesi’nden Fazlı Ağa
ile birlikte Selanik’e Çalışmaya gitmişler. 1876 yılının Mayıs ayında bir gün
yolda bir olaya tanık olmuşlar...” Murat Ağa sonra doğruluğu şüpheli bir olayı
anlatarak sözlerine son vermektedir. Murat Ağa’nın burada verdiği tarih de
yanlıştır. Çünkü, Atatürk’ün babasının yaklaşık olarak 1839’da Selanik’te
doğduğunu bildiğimize göre, aile zaten bahsedilen tarihlerde Selanik’e taşınalı
epeyce olmuş olmalıdır. Nitekim Araslı’nın verdiği bilgilere göre, Ahmet
Efendi’nin Kocacık’tan 93 Harbi (1877-1878 Osmanlı-Rus Harbi)’nden otuz yıl
kadar önce taşındığını; köyden ilk ayrılanın da Mustafa Kemal’in Büyük Amcası
Kırmızı Hafız Mehmet Efendi olduğunu köylüler anlatmaktadırlar. Araslı’nın
Üsküp’te görüştüğü bir diğer Kocacıklı da Kocacık’ın Yukarı Mahallesi’nden,
Dolakar Ailesi’nden, Behlül ve Hatice Kızı Maksude Yıldız’dır. Maksude Yıldız
anlatıyor: “Harekat Ordusu’nun İstanbul’a yürüyüşü tüm Balkanlar’da büyük
heyecan yaratmıştı...Harekat Ordusu’nun faaliyetleri en güncel konuydu.
Mensupları da meşhur olmuştu. Şevket Paşa’nın yaverinin Kocacıklı olduğunu
öğrendik. Kimdir, neyin nesidir derken, Kırmızı Hafız Ahmet Efendi’nin torunu,
Ali Rıza’nın oğlu Mustafa Kemal olduğunu söylediler.”
Gazeteci Altan Araslı, Üsküp’teki Bu Kocacıklılar’dan bu
bilgileri aldıktan sonra, Birlik Gazetesi (Üsküp’te Türklerin yayınladıkları
gazetedir)’nden Remzi Canova ile birlikte Rumeli’nin meşhur Kaz Dağları’nı, Maya
Dağları’nı tırmana tırmana sarp bir dağ köyü olan Kocacık’a dört saatlik bir
araba yolculuğundan sonra ulaşıyorlar. Burada kendilerine Köylülerden İsmail
Yahya Atatürk’ün dedesinin evini gösteriyor. Onlar geçmişi konuşurlarken gelen
yaşlı bir nine söze giriyor ve “evladım doğrudur, onların eviydi” diyerek İsmail
Yahya’nın sözlerini onaylıyor.30
Mevcut bilgiler göre Atatürk’ün baba soyu Aydın-Söke’den
göçürülerek Makedonya’ya gelmişlerdir. Manastır Vilayeti’ne bağlı Debre-i Bala
Sancağı’nın Kocacık Nahiyesi (Köyü)’ne yerleşen aile takriben 1830’larda
Selanik’e göçmüştür. Atatürk’ün babası Ali Rıza Efendi burada takriben 1839’da
dünyaya gelmiştir. Babası Kızıl Hafız Ahmet Efendi’dir. Kızıl Hafız Ahmet
Efendi’nin Kızıl Hafız Mehmet Emin Efendi isminde bir erkek, bir de Nimeti Hanım
isminde bayan iki kardeşi vardır. Atatürk’ün baba soyu, büyük amcası Kızıl Hafız
Mehmet Emin Efendi tarafında devam etmiş ve günümüze kadar ulaşmıştır. Bunun
oğlu Salih Efendi ve ikinci eşi Müberra Hanımdan devam eden aile, torunlarla
yedinci kuşağa ulaşmış bulunuyor. Belgelerden Atatürk’ün Müberra Hanım’a “Yenge”
şeklinde hitap ettiğini biliyoruz. Bunların beş çocuğundan birisi olan Necati
Erbatur, 28 Eylül 1927’de Dolmabahçe Sarayı’nda nişanlanmış; diğer çocukları
Vüsat Erbatur’un kızı Nesrin Hanım ile Feridun Söğütligil’in nikahları 2 Ekim
1937’de Park Otel’de yapılmış ve Atatürk bu nikah törenine
katılmıştır.31
D. ALİ RIZA EFENDİ’NİN HAYATI
Atatürk’ün babası Ali Rıza Efendi, Selanik’te 1839 yılında
doğdu. Selanik’te Abdi Hafız Mektebi’nde okuduğunu32 ve Vakıflar İdaresi’nde
“ikinci katip” olarak memuriyet yaptığını bildiğimiz Ali Rıza Efendi, sonradan
Rüsumat İdaresi’ne girmiş ve “Gümrük Memurluğu” görevlerinde
bulunmuştur.
Ali Rıza Efendi’nin gümrük muhafaza memurluğu görevi, Selanik
yakınlarında, Olimpos Dağı eteklerinde bulunan Katerin Kazası’na bağlı
Papazköprüsü (Çayağzı)’nde idi. Selanik ile bütün civarının ve hatta İstanbul’un
odun ve odunkömürü ihtiyacını temin eden bu bölgede bir kaç yıl görev yaptıktan
sonra Rüsumat’tan da ayrılır. Ayrılmasında, bu bölgede asayişin gittikçe
bozulması ve Rum çetelerinin devamlı baskınlarla huzuru bozmaları rol
oynamıştır. O yıllarda yeni evli olan Ali Rıza Efendi, eşini bu karışık ortamdan
kurtarmak istemiştir. Onun buradaki görevinin 1870’lerden itibaren 1880-1881
yıllarına kadar devam ettiği biliniyor. Bu tarihlere göre Ali Rıza Efendi,
evlendiği tarihlerde ve Mustafa Kemal doğduğu sıralarda Çayağzı’ndaki bu görevde
idi. Nitekim, Zübeyde Hanım, Mustafa Kemal’in doğduğu günlerden bahsederken, “O
zamanlar Ali Rıza Efendi’nin memuriyeti Selanik civarında Çayağzı’nda idi, bazı
geceler eve gelmiyordu” der.33
1935 yılında ele geçirilen ve Ali Rıza Efendi’ye ait olduğu
tespit edilen bir fotoğrafla ilgili olarak yapılan araştırmalar sonucu, onun
1876-1877 yıllarında Selanik’teki “Asakir-i Milliye Taburu”nda “Birinci
Mülazım”, Üsteğmen rütbesiyle görev yaptığını öğreniyoruz. Mensubu olduğu
“Selanik Asakir-i Milliye Taburu” 1876 Osmanlı-Sırp Savaşı’nın başladığı
günlerde Şura-yı Devlet Başkanı olan Midhat Paşa’nın teşebbüsleri ile kurulmuş
“gönüllü taburlar”dan biridir. Halktan gönüllülerin iştiraki ile orduya yardımcı
olacak böyle bir kuvvetin teşkili fikrini ön safta destekleyenler arasında Namık
Kemal ile Ziya Paşa da vardır. İlk hareket İstanbul’da başladıktan sonra,
Selanik’te memurlardan ve halktan yazılan gönüllüler “Millet Askeri” adı altında
bir tabur kurmak ve savaşa hazırlanabilmek için hükümetten silah istemişlerdir.
Başarılı bir eğitim yapan bu taburun İstanbul’a getirilmesinin halkı teşvik
edeceği düşünülmüş ve Ali Rıza Efendi’nin de bulunduğu tabur, Orhaniye Zırhlısı
ile 24 Aralık 1876’da payitahta varmıştır. Büyük törenle karşılanan tabur,
Midhat Paşa önünde resmi geçit yapmış ve Süleymaniye Kışlası’nda misafir
edilmiştir. Ali Rıza Efendi bu taburun ikinci bölüğünde Üsteğmendir. Ali Rıza
Efendi, Selanik Islahhane Mahallesi’nde, Emir Bostan’da ve Numan Paşa Camii
avlusunda “Asakir-i Milliye”ye askeri talimler yaptırmıştır. Bu tabur sonradan
II. Abdülhamit tarafından, daha 1877-1878 Osmanlı-Rus Harbi’nin sonucu alınmadan
lağvedilmiştir.”34
Ali Rıza Efendi, 1881’den sonra Rüsumat İdaresi’ndeki görevinden
ayrılır. Kereste ticaretine atılır. Atatürk’ün çocukluk arkadaşı ve babasını
tanıyan Kütahya Milletvekili Hacı Mehmet Somer’in anlattığına göre, Ali Rıza
Efendi’nin kereste ticaretine atılmasında, Çayağzı’nda iken tanıştığı ve iyi
paralar kazandıklarını gördüğü tüccarlar etkili olmuştu. Elindeki bir miktar
parayı koyarak ve Cafer Efendi ile ortaklık kurarak ticaret hayatına atılan Ali
Rıza Efendi, önceleri iyi para kazanıyordu. Fakat sonradan işleri bozuldu. Buna
sebep olan da yine haraç isteyen “Rum eşkiyalar” idi. Hacı Mehmet Somer bu
durumu şu şekilde anlatıyor:
“Ali Rıza Efendi kereste ticaretine varını yoğunu vermişti. İlk
zamanlarda büyük başarılar gösteren bu teşebbüs, Katerin’in ezeli belası olan
eşkiyaların hırslarını tahrik etti. Ali Rıza Efendi’yi para göndermesi için
tehdit ettiler. Şayet para göndermezse. kerestelerini yakacaklarını bildirdiler.
Bu sebeple orman mıntıkasına gitmek, işlerini kontrol etmek mümkün olmuyordu.
İşlenmiş keresteleri sahile nakletmeğe korkuyordu. Çünkü bu keresteler eşkiyalar
için rehine mahiyetinde idi. Nihayet Ali Rıza Efendi’den ümit ettikleri para
gelmeyince, bütün keresteleri yaktılar. İşçileri de tehdit ettiler. İşçiler de
dağılıp gittiler. Bunun üzerine Ali Rıza Efendi, yangından mal kaçırır gibi,
mümkün olabileni kurtarmaya çalıştı. “Buradaki eşkiyaların hepsi siyasi
çetelerdi. 1298 (1883) tarihinde Teselya’nın Yunanistan’a terkedilmesiyle, Yunan
hududu Katerin Kazası’na ve Olimpos dağlarına dayanmakta idi. Bütün mesele
bundan ileri geliyordu. 1877 Rus harbinden sonra Makedonya çetelerle dolmuş,
artık buralardaki Türklere rahat kalmamıştı. Bu siyasi çeteler yüzünden Ali Rıza
Efendi’nin ticareti de bozuldu.”35
Makbule Hanım da , babasının işlerinin Rum eşkiyalann
faaliyetleri sonucunda bozulduğundan bahsettikten sonra, onun “tuz ticaretine
başladığını ve mağazasında bulunan tuzların toptan eridiğini, bu işten de ziyan
gördüğünü, tekrar memuriyete geçmek istediğini, bunda da muvaffak olamadığını”
anlatır.36
Memuriyetten ayrıldıktan sonra giriştiği her ticari faaliyet bu
şekilde başarısızlıkla sonuçlanan Ali Rıza Efendi, bu olaylardan çok etkilenmiş
ve büyük bir moral çöküntüsü içinde hayata küsmüş ve ağır bir hastalığa
yakalanmıştır. Zübeyde Hanım anılarında bu gelişmeleri şöyle anlatmaktadır:
“Merhumun, son günlerinde işinin fena gitmesinden çok müteessir oldu. Kendisini
salıverdi. Daha sonra da derviş meşrep bir hal alarak eridi gitti. Kocamın
hastalığı büyüdü, artık yaşamazdı.”37 Makbule Hanım’ın ifadelerine göre Ali Rıza
Efendi, “işlerinin kötü gitmesinden çok müteessir oldu... Nihayet barsak
veremine tutuldu. Üç sene hastalık çektikten sonra vefat etti...”38 Ali Rıza
Efendi’nin ölüm tarihi ile ilgili olarak değişik tarihler verilmektedir. Mustafa
Kemal hatıralarında, tarih vermeden, “...Şemsi Efendi Mektebi’ne kaydedildim. Az
zaman sonra babam vefat etti”39 demektedir. Kız kardeşi Makbule Hanım ise
anılarında, kendisinin doğduğu günlerde (1885), babasının hastalığının
başladığını, işine gidemediğini ve ilk yaşını doldurduğunda da hastalığın çok
ağırlaştığını ve en küçük kız kardeşi Naciye (doğumu: 1889) kırk günlük iken
babasının vefat ettiğini anlatır.40
Bu durumda Ali Rıza Efendi’nin ölümünün 1889 veya 1890’ün ilk
aylarına rastlaması gerekir. Mustafa Kemal de o sırada dokuzuncu yaşının
içindedir. Ve Şemsi Efendi Okulu’nun üçüncü sınıfındadır. Afet İnan, “Mustafa,
daha ilkokul çağında babadan yetim kalmıştır” derken; Ali Fuat Cebesoy da,
“babası öldüğünde Mustafa Kemal’in 9-10 yaşlarında olduğunu”
yazmaktadır.41
Bütün bu anılardan elde edilen bilgilere rağmen, Faik Reşit
Unat, Ali Rıza Efendi’nin 28 Kasım 1893 tarihinde öldüğünü belirtmektedir. F. R.
Unat, belgeyi yayınlamadan, bu tarih ile ilgili olarak, Makbule Hanım’a ilk
kocasından ayrıldıktan sonra babasından aylık bağlanmasına ait dosyadaki
belgeleri kaynak göstermektedir.42 Mustafa Kemal’in Manastır Askeri Lisesi’ne
girişi olan 13 Mart 1896 tarihinden geriye doğru gelindiği zaman, Askeri
Rüştiye, Mülkiye Rüştiyesi ve çiftlikte geçirdiği yaklaşık dört buçuk aylık süre
dikkate alınınca; Faik Reşit Unat’ın belirlediği tarihin doğru olması ihtimali
yüksektir. Bu nedenle, Ali Rıza Efendi’nin ölümünü 1893 yılı kabul edersek,
kendisi 54, babasının vefatında Mustafa Kemal 12 yaşında olmaktadır.
III. ATATÜRK’ÜN ANNE SOYU: “KONYARLAR”
A. KONYARLARIN RUMELİ’DEKİ VARLIKLARI
Mustafa Kemal Atatürk’ün anne soyu da Anadolu’dan gelerek
Rumeli’ye iskan edilen Yörük veya Türkmenlere dayanmaktadır. Anne tarafından
dedesi Vodina Sancağı’na bağlı “Sarıgöl” de denilen “Kayalar”dan göçerek Selanik
yakınlarındaki “Lankaza”ya yerleşen, Sofu-zade (Sofi-zade) Feyzullah Ağa’dır.
Yerleştikleri “Sarıgöl” bölgesi, “Sofular” lakabı ve ailedeki hatıraların
gösterdiği üzere, Atatürk’ün anne soyu Konya Karaman’dan Rumeli’ye gelen ve
bundan dolayı da “Konyarlar” şeklinde, Rumeli’deki diğer Yörük gruplarından
farklı olarak bu adla anılan Yörüklerdendir.
Yukarıda kısaca belirttiğimiz gibi, Orta Çağın ikinci kısmında
Balkan Yarımadası’na çeşitli dalgalar halinde gelerek, Bizans İmparatorluğu
tarafından burada yerleştirilen bir çok Türk unsuru vardır. X. Asırdan itibaren
Peçenekler, Oğuzlar, Kumanlar kuzey yoluyla, Tuna’dan geçerek, çeşitli
tarihlerde gelmiş ve çeşitli yerlere iskan edilmişlerdir. IX. Yüzyılda bile,
Bizans kaynaklarında “Vardarlı Türkler” olarak zikredilen bazı Türk gruplarının
Selanik civarında yerleştikleri vakidir. Bizans kaynağı “Anna Commene”nin Ohri
civarında yerleştiklerinden bahsettiği Türkleri, Lejean (1861), 1065 tarihine
doğru Makedonya’ya iskan edilen Oğuzlarla ilişkili görmektedir. Oğuzların bu
yerleşmeleri “Attaliates”e atfen Prof. Dr. Akdes Nimet Kurat tarafından da teyit
edilmektedir.
Anadolu’dan Yarımada’ya geçip yerleşen ilk Türk grubu olmak
üzere Türkiye Selçuklularının merkezi Konya’ya mensup olmalarından dolayı bu
suretle ad alan “Konyarlar” gösterilmektedir. XIX. Yüzyılda veya XX. Yüzyılın
başlarında Rumeli’yi gezen ve buradaki Türklerle bizzat görüşerek onların
hatıralarını toplayan veya buradaki Türk varlığı hakkında eser yazan Batılı
seyyahlar ile bilim adamları, G. Lejean (1861), Gervinus (1851), Jirecek (1891),
G. F. Hertzberg (1878), A. Turna (1888), Cijic (1908), Frachet d’Esperj (1911),
İvanof (1918), E. Max, Hoppe, (1934)A. Boue (1899), Oberhummer (1917) ve nihayet
“Konyarlar” hakkında ayrı ve oldukça ayrıntılı bir araştırma yapan Hr. P.
Traeger (1905)43 “Konyarlar” hakkında önemli bilgiler vermektedirler.
Bu konuda bilgi veren bütün bu eser sahiplerinin hepsi,
Konyarlar’ı bazen “Yörükler” ve “Evlad-ı Fatihan”la karıştırmakla birlikte;
Konya’dan gelerek Rumeli’ye yerleşmiş veya yerleştirilmiş göstermektedirler.
Fakat, bunların geliş tarihi ve geliş şekilleri konusunda farklı bilgiler
vermektedirler. Bütün bu görüşleri tenkitli bir şekilde karşılaştıran Prof. Dr.
Tayyib Gökbilgin, Konyarlar’ın Rumeli’ye geliş ve yerleşmeleri ile ilgili olarak
şu değerlendirmeyi yapmaktadır: “Sonuncu ve nisbeten kabule şayan ihtimal
bunların II. Murad fakat bilhassa Fatih zamanlarında, Karaman oğullan ile
mücadeleler sırasında ve bundan sonra, Karaman, Konya ve Ankara civarından Türk
aşiretlerinin bu mıntıkalara iskan edildiğidir. O civarın etnik bakımdan yabancı
halkına, menşeleri dolayısıyla, bu sureti tesmiyeyi verdirmiş ve bu ad komşuları
arasında yaşamış, kendilerinde ise, menşeleri hakkında bir malumat, şifahi bir
an’ane halinde devam edip gelmiştir...”44
Konyarlar’ın en mütekasif (yoğun) bir halde bulundukları yer
Teselya’da Kozan ve bunun kuzeyinde “Sarıgöl” de denilen “Kayalar” ve Selanik’in
kuzeydoğusu idi. Sonraları daha kuzeye de yayılmışlardır. Sayı olarak diğer
Yörük gruplarından daha az oldukları, yarı “konar-göçer” bir hayat yaşadıkları,
mübadele (alış-veriş) merkezlerinin daha çok Yanya olduğu ve halılarının özel
şeklinden dolayı (“Konyaren Figüren”) bütün yörede meşhur olduğu bütün seyyahlar
tarafından belirtilmektedir. Ayrıca, Konyarlar’ın daha demokratik bir halde
yaşadıkları, neşeli ve hareketli kimseler oldukları da bunlar tarafından tespit
edilmiştir.45
Atatürk’ün soyu ile ilgili bir çalışma yaparak, amcası Kızıl
Hafız Mehmet Emin Efendi’nin soyundan gelenlerin ellerindeki bazı belgeleri
yayınlayan Burhan Göksel, Konyarlar’ın, Konya-Karaman’dan Fatih Sultan Mehmet
döneminde 1466 yılında Karamanoğulları ortadan kaldırıldıktan sonra Rumeli’ye
göçürülerek, iskan edildiklerini belirtmektedir.46
Osmanlı Devleti’nin Rumeli’deki Yörüklerle ilgili örgütlenmesi
içinde kendileri için ayrı isimle bir sayı (tahrir) defteri bulunmayan
Konyarlar, yerleştikleri bölgelerde, başlangıçta özellikle “Kocacık” ve “Selanik
Yörükleri” içinde, sonradan da “Vodina” ve “Sarıgöller Bölgesi” Yörükleri içinde
“Evlad-ı Fatihan” olarak kaydedilmişlerdir. Hasan Paşa tarafından 1691 (1102)
tarihinde yapılan tahriri içeren “Evlad-ı Fatihan Piyadeleri Defteri”47ne göre
“Sarıgöl” (Kayalar)ler Bölgesi’ndeki köyler, mahalleler ve devlete vermekle
yükümlü oldukları ‘“Yörük Piyadeler’in sayısı şu şekildedir:
“Eğri-Bucak Kazası”: Turhanlı 49. Sofular 21. Evrenoslu 6.
Okçular 6. Eyrili 20. İshaklı 24. Çobanlı 24. İdil-obası 19. Şahinli 55. Leşli
34. Öküz-obası 24. Emirhanlı 38. Gün-doğmaz 2. Rahmanlı 8. Evhad-obası 58.
Aydın-obası, Cinciler 66. Işıklu 29. Sinekli 34. Çakır-ı sagir 4. Sarı-Musalu 8.
Çakırlı-i Kebir 13. Karamanlı 12. Karacalar 73. Buraklı 10. Tekye-i Hacı-Hasanlı
21. Topçular 18. Dağ ışıkları 7.
“Cuma-Pazarı Kazası”: Haydarlı 60. Koca Ahmedli 66. Tarakçılı 6.
Durasılar 6. Timurhanlu 3. Bar-çukuru 1. Kulalu 1. Erdoğmuşlu 5. Karaağaç 2.
Donuk-kayalar 1. Şahinler 3. Dedeler 3.
“Çarşanba Kazası”: Milli 77. Davudlu 18. Hacı-İsalar 18.
Kulkallı 12. Hacılar 12. Yeniceler 14. Hacı-Ömerli 16. Karaçalı 6. Doğancalı 6.
Tekye-i kebir ve sagir 42. Keçili 18. Saltıklı 19. Meşeli 6.48
Ailenin sonradan gelerek yerleştiği Selanik’e bağlı “Lankaza
Nahiyesinin 1691 tahririne göre cemaatleri, köy ve mahalleleri ile “Yörük
Piyadeleri” sayısı şu şekildedir: Bedirli 10. Hacı-Bayramlı 4. Pir-dede 1.
Değirmenciler 6. Köleli 7. Şuayblı 109. Umurlu ma’a Sarıçalı 45. Değirmencili
ma’a Eyrilceli (Ayrılıncalı) 18. Çokallı 9. Lotice 7. Osmanlı 49. Yaylacık 16.
Ayvalı-dere ma’a Şah-Veli ve Saltıklı. Çınarlı 78. Bulcalı 13. Koçmar 4. Keruz
5. Lankaza 3. Sarıyar 1. Yağlıca 1. Evrencik 1,49
Yine bu deftere göre, bölgede Konya-Karaman yöresinin
hatıralarını gösteren yer adları ve ailenin soyuna işaret eden “Sofular” ile
“Sarı-göllü” gibi yer ve oymak adları şuralarda tespit edilebilmektedir: Ereğli
Nahiyesi 50. Ereğli 1 (Kırk-Kilise). Ereğli 9, Kara-pınar 1, Sarıgöllü 4
(Avrethisarı). Sofular 19 (Nahiye-i Bazargah). Sofulu 9 (Nahiye,i Kelemeriye).
Sofular 21, Karamanlı 12 (Eğri-Bucak-Sarı-Göl).Sofulu 9 (Tikveş). Sarı-Göllü 50
(Radovişte). Sofular 14 (Gümilcine). Karamanlı 11 (Çağlayık ). Sofular 28
(Yeni-Pazar). Sarı-göllü I, Sofular 2 (Babadağ). San-göllü 1 (Rusçuk). Sofu
Yurdu 1 (Tozluk-Tuzluk).50
B. KONYAR OLARAK ZÜBEYDE HANIMIN AİLESİ
Mustafa Kemal’in anne soyundan dedesi Sofuzade Feyzullah
Efendi’dir. Selaniğe bir saat mesafede bulunan Langaza’da çiftlik sahibi idi.
Atatürk’ün ve Makbule Hanım’ın çocukluk anılarında bahsettikleri çiftlik
burasıdır. Annesi Zübeyde Hanım, Feyzullah Efendi’nin üçüncü eşi Ayşe Hanım’dan
olan tek kızı idi. Atatürk’ün beş kardeşi içinde en uzun ömürlüsü olan Makbule
Hanım (1885-1956) anne soyları hakkında, “annemden sık sık şunları dilemişimdir”
diyerek şu bilgileri vermektedir: “Bizim esas soyumuz Yörüktür. Buralara
Konya-Karaman çevrelerinden gelmişiz. Babam Feyzullah Efendi’nin büyük amcası
Konya’ya gitmiş, Mevlevi dergahına girmiş orada kalmış. Yörüklüğü tutmuş
olacak...’51
Mustafa Kemal Atatürk’ün annesi Zübeyde Hanım’ın babası
hakkında, Atatürk’ün babası Ali Rıza Efendi’yi ve babası Kızıl Hafız Ahmet Bey’i
de tanıyan ve doksan yaşında vefat eden Aydın Milletvekili Tahsin San, şu
bilgileri vermiştir: “Atatürk’ün valdesi Zübeyde Hanım, Sofu-zade ailesinden
Feyzullah Ağa’nın kızıdır. Bunlar Selanik’te doğmuşlardır. Bu aile bundan 130
sene evvel Sarıgöl’den Selanik’e gelmişlerdir. Vodina Kazası’nın batısında
Sarıgöl Nahiyesi’nde onaltı köyden ibaret olan bu nahiye ailesi, Makedonya ve
Teselya’nın fethinden sonra Konya civarı ahalisinden Osmanlı Hükümeti’nin sevk
ve iskan ettirdiği Türkmenlerdendir. Son zamanlara kadar beş asır müddet içinde
hayat tarzlarını, kılık-kıyafetlerini değiştirmemişlerdi.”52
Bu konuda Lord Kinross, kaynak göstermeden şu bilgileri
vermektedir: “Zübeyde Hanım, Bulgar sınırının ötesindeki Slavlar kadar
sarışındı; düzgün beyaz bir teni, derin ama berrak, açık mavi gözleri vardı.
Ailesi Selanik’in batısında Arnavutluğa doğru, sert ve çıplak dağların geniş,
donuk sulara gömüldüğü göller bölgesinden geliyordu. Burası Türklerin
Makedonya’yı ve Teselyayı almalarından sonra Anadolu’nun göbeğinden gelen
köylülerin yerleştikleri yerdi. Bu yüzden Zübeyde Hanım, damarlarındaki ilk
göçebe Türk kabilelerinin torunları olan ve hala Toros dağlarında özgür
yaşayışlarını sürdüren sarışın Yörüklerin kanını taşıdığını düşünmekten
hoşlanırdı.”53
Eldeki mevcut bilgilere göre aile, 1466’larda Karaman’dan
gelerek Vodina Sancağı’na bağlı Sarıgöl’e yerlemiş; sonra Selanik yakınlarındaki
Lankaza (Langaza)’ya göçmüş, Zübeyde Hanım 1857’de burada dünyaya gelmiştir.
Atatürk’ün annesi Zübeyde Hanım’ın babası Sofu-zade Feyzullah Efendi üç defa
evlenmiştir. İsimlerini bilemediğimiz diğer iki eşi bir tarafa bırakılacak
olursa, Zübeyde Hanım’la birlikte Hasan Ağa ve Hüseyin Ağa, Feyzullah Efendi’nin
üçüncü eşi Ayşe (Aişe) Hanım’dan dünyaya gelmişlerdir.
C. ZÜBEYDE HANIMIN HAYATI
Atatürk’ün annesi Zübeyde Hanım, 1857 ‘de Lankaza’da doğmuş,
çocukluğu ve ilk gençlik yılları burada ailesi ile birlikte
geçmiştir.
Zübeyde Hanım, güçlü bir beden yapısına sahip olduğu gibi, güçlü
bir iradeye de sahipti. Yeterince eğitim görmemiş, ama okuma yazmayı öğrenmişti.
Annesine “Molla Hanım” denildiği gibi, kendisine de “Zübeyde Molla” deniliyordu.
Bu, “bilge” kişiliğini ifade eden bir lakaptı. Muhafazakar, geleneklerine bağlı
bir kadındı. Ali Rıza Efendi ile evlendikleri 1870 yılında 13-14 yaşlarında olan
Zübeyde Hanım, aşağıda anlatılacağı gibi, kocası ölünce, çocuklarıyla birlikte
bir süre Lankaza’daki aile çitliğine kardeşlerinin yanına dönmüş, daha sonra
kendisine talip olan Ragıp Bey’le ikinci evliliğini yapmıştır. Bu yıllarda 36
yaşında idi.
Zübeyde Hanım’ın bir ara 19O5’te Harp Akademisi’ni bitirerek
Kurmay Yüzbaşı olan ve kısa bir süre hapse atılan Mustafa Kemal’i görmek için üç
beş günlüğüne İstanbul’a gittiğini ve buradan Şam’a gidecek oğlunu Sirkeci’den
uğurladığını biliyoruz. Bu olayı sonradan, annesinin mezarı başında 27 Ocak
1923’te duygulu bir konuşma yapan Mustafa Kemal Paşa anlatacaktır. Balkan
Savaşları’nın sonuna kadar Selanik’te ikamet eden Zübeyde Hanım, Mustafa
Kemal’in burada 1906’da arkadaşları ile birlikte Şam’da kurduğu “Vatan ve
Hürriyet Cemiyeti”nin bir şubesini açma girişimlerini yaptığı sıralarda oğluna
inanmış ve değerli telkinleri ile ona yardımcı olmuştur.
Balkan Savaşları sonunda Selanik’in sınırlarımız dışında kalması
üzerine birçok Türk gibi Zübeyde Hanım ve kızı Makbule Hanım da İstanbul’a
gelmişlerdir. Elimizdeki bilgilere göre, “Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra
Selanik’te öldüğü” söylenen Ragıp Bey’in, bu göç olayından az önce vefat etmiş
olması gerekir. Çünkü, yaşıyorsa onun da aileyle birlikte İstanbul’a gelmesi
gerekirdi.
Zübeyde Hanım İstanbul’da Beşiktaş semtinde Akaretler’de 76
numaralı eve yerleştiler. Kızı ile birlikte İstanbul’da yeni fakat sıkıntılı bir
hayata başladılar. Mustafa Kemal Paşa, Yedinci Ordu Komutanı olarak Filistin’in
güneyinde, Sina Cephesi’nde İngilizlere karşı çarpışırken, Müttefik Alman
Orduları Komutanı Falkenhein’la arasında çıkan bir anlaşmazlık sonucu,
görevinden istifa etmiş ve Halep’e gitmişti. Burada ciddi bir “sarılık”
hastalığı geçiren oğlunu merak eden Zübeyde Hanım, Mustafa Kemal’in üç yaşında
iken evlatlık olarak alıp, yetiştirmesi için annesinin yanına bıraktığı
Abdürrahim (Tunçok)'i de alarak Halep’e gitmiş ve “kör olduğu”ndan korktuğu oğlu
Mustafa Kemal’i ziyaret etmiş, tekrar İstanbul’a dönmüştür.
Mustafa Kemal Paşa, 13 Kasım 1918’de Suriye cephesinden
ayrılarak İstanbul’a gelmiştir. Doğruca annesinin evine giden Mustafa Kemal
Paşa, onun boynuna sarılarak elini öpmüş ve kız kardeşi ile kucaklaşarak hasret
gidermiştir. Hayatları boyunca çok az bir araya gelebilen aile için mutlu
buluşmaydı bu.
İstanbul’a gelişinde birkaç gün Pera Palas Oteli’nde kalan
Mustafa Kemal, bir süre de yakın arkadaşı Salih Fansa’nın Beyoğlu’ndaki evinde
konuk olmuştur. Daha sonra Şişli’de Madam Kasabya’nın üç katlı evini kiralayan
Mustafa Kemal, Beşiktaş Akaretler’de oturan annesi ve kız kardeşini de yanına
almış, üç katlı evin üçüncü katını onlara ayırmıştır. Kendisi orta katta
oturuyor, bu katın arka bahçeye bakan odasını da yatak odası olarak
kullanıyordu. Büyük salonu toplantı odası olarak ayırmıştı. Alt katta ise yaveri
kalıyordu.
Mustafa Kemal, Başkent İstanbul’un en bunalımlı günlerinde bu
evde arkadaşlarıyla sık sık toplantılar yapmış, 16 Mayıs 1919 tarihinde Samsun
yolculuğuna çıkıncaya kadar bu evde oturmuştur. Şişlideki bu ev şimdi müze
olarak kullanılmaktadır.
Samsun’a çıkışla birlikte başlayan günler Mustafa Kemal için
olduğu gibi, annesi ve kardeşi için de sıkıntılı, sancılı günler olacaktır. Bu
arada oğlu Mustafa Kemal’in “öldüğü” asılsız haberini duyan ve zaten hasta olan
Zübeyde Hanım, iyice hastalanır, kısmen felç olur. Zübeyde Hanım için bu
sıkıntılı günlerde sevindirici bir olay gerçekleşir. Kızı Makbule, askerlikten
ayrılarak ticarete atılan Mustafa Mecdi Bey’le evlenir. Zübeyde Hanım, tekrar
Akaretler’deki eve döner, kızı ve damadı ile burada yaşamaya devam
ederler.
Bu acılı, sıkıntılı ama umut dolu günler Milli Mücadele boyunca
sürecektir. Zübeyde Hanım’ın hastalığı gün geçtikçe artıyordu. Annesinin kuşatma
altındaki İstanbul’da kalması Mustafa Kemal’i üzüyor, annesine ateş hattındayken
bile mektuplar yazıyordu. Arkadaşları Zübeyde Hanım’a yardım ediyor, bütün
isteklerini yerine getiriyorlardı. Zübeyde Hanım’ın, ölmeden oğlunu görme isteği
ile oğlunun da bir an önce annesine kavuşma özlemi çektiği, karşılıklı
gönderilen telgraflarda görülmektedir.
Üç yıldır annesinden ayrı kalan Mustafa Kemal, Kurtuluş
Savaşı’nın sonlarına yaklaşıldığı bir sırada annesini Ankara’ya getirmeye karar
verdi. Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı ve Başkomutan idi. Yıl 1922,
aylardan Haziran’dı. Kendisinden görüşme talebinde bulunan Fransız yazarı Claude
Farrére ile İzmit’te buluşacak, annesi de İstanbul’dan gelecekti. Atatürk 14
Haziran 1922’de Adapazarı’na geldi. Kendisinden bir gün önce gelen ve Askerlik
Şubesi Reisi Binbaşı Baha Bey’in evinde kalan Zübeyde Hanım ile burada
buluştular ve o geceyi bu evde geçirdiler. Anne ve oğul birlikte bir otomobil
ile 24 Haziran I922’de saat 20 de Ankara’ya dönmüşler, doğruca Çankaya Köşkü’ne
gitmişlerdir.
Köşkte Abdürrahim ve Ragıp Bey’in yeğeni olan Fikriye ile
birlikte kalan Zübeyde Hanım’ın, hastalığı da giderek artıyordu. Kısmi felç ve
romatizmadan dolayı ağrıları artan Zübeyde Hanım’a İzmir’in havasının iyi
geleceği düşünülerek, İzmir’e gidip bir süre kalması için ikna edildi. Bu
seyahatin bir diğer amacı da Mustafa Kemal’in evliliği düşündüğü Latife Hanım’ı
Zübeyde Hanım ile tanıştırmaktı. Uygun bir kalacak yer bulmak için İzmir’e giden
Başyaver Salih (Bozok) Bey, Zübeyde Hanım için Latife Hanımların Karşıyaka’daki
yazlık evlerini hazırladı.
Buradayken hastalığı giderek artan Zübeyde Hanım, 15 Ocak 1923
günü vefat etti. 66 yaşındaydı. Batı Anadolu’da uzun süreli bir geziye çıkmak
üzere 14 Ocak 1923 günü akşamı özel treni ile Ankara’dan ayrılmış bulunan Gazi
Mustafa Kemal Paşa, 15 Ocak günü Eskişehir’e gelmişti. Gün ağarmadan az önce
Emir Eri Çavuş Ali’yi çağırmış, “Bir haber var mı?” diye sormuş, “şifre geldi
ama çözülmedi” diye cevap veren Ali Çavuş’a hüzünle bakan Mustafa Kemal Paşa,
“annemin öldüğünü biliyorum.” Dedi. “Bir rüya gördüm, yeşil tarlalarda annemle
dolaşıyordum. Birden bir fırtına çıktı, anamı alıp götürdü.” Deşifre edilmiş
telgraf eline verildiği zaman okudu, gözlerini kapadı, bir an düşündü ve
“İzmir’e gitmiyoruz. Treni İzmit’e çevirsinler” dedi.
Aynı gün İzmir’deki Başyaver Salih Bozok’a şu telgrafı çekti:
“... verdiğiniz elim haber, beni çok müteessir etti. Merhumenin münasip bir
tarzda merasim-i tedfiniyesini (uygun bir şekilde cenaze törenini) ifa
ettiriniz. Cenab-ı Hak, milletimize hayat ve selamet versin.”
Atatürk’ün Harp Akademisi’nden sınıf arkadaşı olan ve Kurtuluş
Savaşı’nda Batı Cephesi Kurmay Başkanı bulunan Asım Gündüz, Zübeyde Hanım’ın
ölümü sırasında İzmir’deydi. Asım Gündüz Zübeyde Hanım’ın cenaze törenini şu
şekilde anlatmaktadır: “Zübeyde Hanım son saatlerinde yanında bulunan Latife
Hanım’a ayrıca bir vasiyet yazdırmıştır. Latife Hanını, Zübeyde Hanım’ın ölüm
haberini ilkönce İzmir Valisi Mustafa Abdülhalik (Renda)’ya bildirmiş, vali de
büyük bir cenaze töreni hazırlatmıştı. Latife Hanım ilk gece İzmir’in tanınmış
hafızlarından tam otuzüç kişi çağırarak sabaha kadar hatim yaptırmış ve hatim
duası üç gün sürmüştür.
“Cenaze alayına adeta bütün İzmir katılmıştı. Vali, memurlar,
komutanlar ve hocalar olduğu halde cenaze alayının uzunluğu bir kilometreyi
buluyordu. Okulların getirdiği çelenkler kabrin üstünde bir örtü teşkil etmişti.
Batı Cephesi Kurmay Başkanı Asım, Kazım (Özalp), Fahrettin (Altay), Mürsel
(Baki), İzzettin (Çalışlar), Abdurrahman Nafiz (Gürman) Paşalar cenaze alayının
önünde yürümekte idiler. “Latife Hanım siyah bir manto giymiş, siyah peçe
örtmüş, cenaze alayına katılmak istemişti. Fakat ailesinin ve din adamlarının,
İslam’da kadın cenazeye katılamaz diye engel olmaları üzerine bir faytona
binerek cenazeyi arkadan takip etmişti. Latife Hanım, kabirde yüzlerce gümüş
mecidiye sadaka dağıtmış, kırkında mevlüt okutmuş, 52 inci gecesinde de aşure
yaparak fakir fukaraya dağıttığı gibi, hatimler indirerek bu mübarek kadına
karşı duyduğu sevgi ve şükran borcunu ödemişti.”
Yaklaşık 12-13 gün çeşitli yerleri dolaşan ve programına uygun
olarak devlet işlerini takip eden Mustafa Kemal Paşa, 27 Ocak 1923 günü Manisa
üzerinden İzmir-Karşıyaka istasyonuna geldi. Beraberinde ordu komutanları,
bakanlar, milletvekilleri ve yaveri vardı. İzmir Valisi Abdülhalik Renda,
Kolordu Komutanı Fahrettin Altay ve Başyaver Salih Bozok, onu karşılayanlar
arasında idi. Yine istasyonda kalabalık bir halk topluluğu ve çevresi çiçeklerle
süslenmiş bir otomobil onu bekliyordu. Çevresinde toplananları
selamladı.
Tıpkı sağlığında önce annesini ziyaret ettiği gibi, yine önce
annesini ziyaret edecekti. O gün annesinin mezarı başında duygulu ve özlü bir
konuşma yaptı. Konuşmasında, yetişmesinde olduğu gibi. Milli Mücadele yıllarında
da hep kendisinin yolunda olan annesinin çektiği acıları, onun fedakarlığını
dile getirdi. Kendisi yüzünden çektiği sıkıntıları, acıları dile getirirken
annesine olan kadirbilirliğini de dile getiriyordu. Atatürk, o gün derin bir
heyecana kapılmıştı. En içten, en duygulu konuşmasını da, annesinin mezarı
başında o gün yapmıştır. Zübeyde Hanım, fedakar bir anneydi. Oğlunun
yetişmesinde emsalsiz emekleri geçmişti. Yıllarca oğlunun hasretine katlanmış,
nihayet, onun zaferini gördükten kısa bir süre sonra ölmüştür.
Mustafa Kemal Paşa, milletini kurtarmak için hayatını ve bütün
varlığını ortaya koyarken annesiyle yeterince ilgilenememişti. İşte annesinin
mezarını kalabalık bir grupla ilk kez ziyaret ederken, ona göz yaşı döktüren ve
en derinden gelen duygularını söyleten, içindeki bu hisler olmuştur. Buradaki
konuşmasında kısaca annesinin çektiği sıkıntılardan bahseden Mustafa Kemal Paşa,
şunları söylemiştir:
“...Valdemin ziyamdan şüphesiz pek müteessirim. Fakat bu
teessürümü izale ve beni müteselli eden bir husus var ki, o da anamız vatanı
mahv ve harabiye götüren idarenin artık bir daha avdet etmemek üzere mezar-ı
ademe götürülmüş olduğunu görmektir. Valdem bu toprağın altında, fakat
Hakimiyet-i Milliye ilelebet payidar olsun. Beni müteselli eden en büyük kuvvet
budur. Evet, Hakimiyet-i Milliye ilelebet devam edecektir. Valdemin ruhuna ve
bütün ecdat ruhuna müteahhit olduğum vicdan yeminini tekrar edeyim. Valdemin
medfeni önünde ve Allah’ın huzurunda aht ve peyman ediyorum, bu kadar kan
dökerek milletin istihsal ve tespit ettiği hakimiyetin muhafaza ve müdafaası
için icab ederse valdemin yanına gitmekte asla tereddüt etmeyeceğim. Hakimiyet-i
Milliye uğrunda canımı vermek, benim için vicdan ve namus borcu
olsun.”
Mustafa Kemal’in bu nutku, Karşıyakalıların çok candan
tezahüratına vesile teşkil etti ve halk kendisini çılgın gibi alkışlayarak, “çok
yaşa paşam... Sen çok yaşa..” diye haykırıyordu.
“Faziletine ve yüksek kadınlığına inandığım anam ve kız kardeşim
inkılap işlerinde bana inanmışlar ve hizmet etmişlerdir” diyerek Zübeyde Hanım’a
olan bağlılığını ifade eden Mustafa Kemal Paşa, Annesini çok severdi. Annesinin
sevdiği bir şarkıyı duyduğu zaman gözleri yaşarırdı. Her sabah uyandığında
temizliğini yapar, giyindikten sonra ziyaret için annesine haber gönderir, izin
isterdi. Zübeyde Hanım da aynı şekilde hazırlığını yaptıktan sonra oğlunu kabul
ederdi. Bu görüşmelerde Mustafa kemal Paşa, annesinin elini öper, onun hayır
duasını alırdı. Bir süre annesi ile kalıp sohbet ederlerdi.
Zübeyde Hanım oğluna “Mustafam”, “Sarı Mustafam” diye hitap
eder; çoğu zaman bunu az bulur, “Paşam” veya “Sarı Paşam” diye hitap eder veya
anardı.
Atatürk’ün yaşamının büyük bir bölümünde yanında olan
Yaverlerinden Cevat Abbas Gürer’in, “Atatürk’ün çok sevdiği ve saydığı anası ile
terbiye ve zeka bakımından vaziyetleri”ni anlattığı şu sözlerinde, bir milli
kahramanı doğuran ve yetiştiren “Türk Anası’nın “devlet terbiyesini ve
“fazileti” ni ne güzel ortaya koymaktadır:
“Bayan Zübeyde, daha küçük yaşta yetim kalan oğlunun her
durumuyla yakından ilgilenirdi. Çünkü onun yetişmesinde ve yetiştikten sonra
memlekete yararlı olmasında büyük etken olmuştur. Atatürk’e tam anlamıyla hem
analık, hem babalık etmişti.
“Sevgili oğlu Mustafa’nın idamla mahkumiyetini haber aldığı
zaman, son derce dinç olmasına rağmen üzüntüsünden kahırlanan Bayan Zübeyde
hastalanmış, yatağa düşmüştü. Uzun bir müddet oğlundan doğru bilgi alamaması da
hastalığın ilerlemesine sebebiyet vermişti
“Çankaya artık Bayan Zübeyde’ye çok kıymetli ve sevgili oğlunu,
bol bol görmek ve onu koklamak fırsatını verdiğinden pek memnun ve bahtiyar bir
ömür sürüyor ise de yine ekseriye vaktini hastalık içinde
geçiriyordu.
“Bayan Zübeyde’nin yaratılışını, zekasını ve çevresine karşı
davranışını anlatmak için çok uzun yazmak gerek. Yalnız ana olmak itibarıyla
değil, fakat bu vakur, ciddi, taşkın zekalı büyük Türk kadınını her gün ziyaret
etmek Atatürk için bir vazife idi. Ziyaretler haberleşmeden yapılmazdı. Çünkü,
ana oğul hazırlanmadan birbirlerini görmezlerdi. Her ikisi arasındaki
münasebetin esas kuralı daima ziyaretçinin Atatürk’ün olması idi.
“Ebedi Şef sabahleyin uyanır uyanmaz eğer o gün annesini
görecekse, annesinden birisi vasıtasıyla izin alırdı. Sonra büyük bir merasimde
bulunacak imişcesine Atatürk hazırlanırdı.
“Bayan Zübeyde de, hasta yatağında dahi olsa büyük bir özenle
Atatürk’ü kabule hazırlanırdı. Saçlarını taratır, işlemeli başörtüsünü örter,
Makedonyalı gelinlik kızın zengin cihazından oyalı bürümcük gömleğinin üzerine
ipekli entarisini giyerdi. Ve İstanbulkari renkli maşlahı ile resmi kıyafetini
tamamladıktan sonra oğlunu beklediği haberini gönderirdi.
“Bayan Zübeyde, Atatürk’e ‘Mustafa’ diye hitap ederdi. Ben bu
büyük ailenin arasında emniyet, itimat ve muhabbet kazanmak mazhariyetine
yıllardan beri karışmıştım. Ekseriya her iki büyüğün görüşmelerinde beraber
bulunurdum.
“Büyük, kıymetli evlat yetiştirmek bahtiyarlığı ile kıymetli
büyük bir anaya sahip olmak gururunu bir arada toplayan gözlerim; evet Türk
toplumu bünyesindeki terbiyenin ve o terbiyenin temellerinin ne kadar derin ve
köklü, ne kadar nezih ve ciddi ve ne kadar samimi olduğunun canlı örneklerini
gördükçe duygulanıyor, mutlu oluyordum. Diyebilirim ki, Bayan Zübeyde ile
Atatürk bu ana-oğul birbirine aşıktılar.
“Bu ana, oğluna daha beşik çocuğu iken vatan ve millet sevgisini
telkin eden ninnilerden başlamış, onu her çağında duygularla büyütmüş, öğrenime
yönlendirmiş, ilim ve irfan aşılamıştır. Yetişen, makamını bulan kurtarıcı
oğlunu o, Mustafa Kemal yapmıştı.
“Bu ziyaretlerin her birinde Atatürk, anasının mübarek elini
büyük bir saygı ile öperdi. Sonra anasının karşısında o büyük adam küçülür,
Mustafa, hatta Mustafacık olurdu. Konuşmaları, şakaları pek içten kaynayan
sevginin belirtileriydi.
“Çankaya’da bu ana-oğul görüşmelerinin birinde şahit olduğum bir
durumu değeri sınırsız olan Bayan Zübeyde’nin işlek, kıvrak zekasının bir örneği
olarak sunacağım:
“Atatürk annesinin elini öptü. Bayan Zübeyde oğluna elini
uzatırken coşkun sevgisinin gözlerinde toplanan bütün ifadesiyle Atatürk’ü
bağrına basmak istiyordu. Onu kucakladıktan sonra aziz Türk milletine eşsiz bir
kurtarıcı armağan veren ana olmak itibariyle gururlanmalı idi. Fakat öyle
olmadı, mutluluğunu gülen ve şirin yüzünden okunan o büyük Türk anası kolları
arasında uzaklaşan ciğerparesinin eline uzandı: Atatürk: ‘Ne yapıyorsun anne’...
dedi. Bayan Zübeyde sessiz ve kesin bir ciddiyetle: ‘Ben senin ananım, sen benim
elimi öpmekle bana karşı olan vazifeni yapıyorsun; fakat sen vatanı ve milleti
kurtaran bir devlet başkanısın. Ben de bu aziz milletin bir ferdiyim ve onun
tebasıyım, elini öpebilirim.’ Cevabını verdi.
“Oğlunun elini öpmekten çok Bayan Zübeyde, hareketiyle oğlunun
makamının en büyük saygıya değer olduğunu etrafındakilere işaret
ediyordu.”54
IV. BİR KOCACIK VE BİR KONYAR’IN TARİHİ
EVLİLİĞİ
Ali Rıza Efendi ile Zübeyde Hanım, 1870 veya 1871 yılında
evlendiler. Evlendiğinde 13-14 yaşında bulunan Zübeyde Hanım, kızı Makbule
Hanım’ın anılarındaki anlatımıyla çok güzel bir genç kızdı: “Annemin gençliği
gözümün önünde... Uzun boylu, ince yapılı, altın saçlı, yeşil gözlü bir kadın.
Çocuklar annelerini öteden beri, dünyanın en güzel kadını olarak düşünürler.
Fakat annem, gerçekten güzeldi...’55
Ali Rıza Efendi, 31-32 yaşında ve Evkaf İdaresi’nde memurdu.
Talip olduğu Zübeyde’den 17-18 yaş büyüktü. Kız tarafından özellikle anne Ayşe
Hanım, memuriyet dolayısı ile kızından ayrı kalacağı düşüncesiyle evliliğe
başlangıçta itiraz eder. Sonunda Mustafa Kemal’in dayısı Hüseyin Ağa aileyi ikna
eder, nikah kıyılır ve iki genç evlenirler. Böylece Türk milletine Mustafa Kemal
Atatürk’ü armağan edecek olan “tarihi evlilik” gerçekleşmiş olur.
Makbule Hanım’ın anılarında ayrıntılı bir şekilde anlattığı bu
evlilik esasında, Ali Rıza Efendi’nin rüyasında gördüğü ve beğendiği kıza benzer
bir eş araması ile başlar ve nihayet ablası Mevlevi Kapu Şeyhi’nin gelini olan
Hatice Hanım’ın Zübeyde’yi görünce kendisine sevinçle müjdelemesi üzerine
gerçekleşir.56
Evlendikten hemen sonra, Ali Rıza Efendi’nin Selanik’teki baba
evine yerleşirler. İlk evlilik yılları bu evde geçer. Önce bir kızları olur,
adını “Fatma” (1871/1872-1875)koyarlar. Bundan sonra da iki erkek çocukları
olacaktır. “Ahmet” (1874-1883) ve “Ömer” (1875-1883). Bunları “Mustafa”
(1881-1938), “Makbule” (1885-1956) ve “Naciye” (1899-1901) takip
edecektir.
Bu mutlu evlilik, salgın bazı hastalıklardan dolayı ilk üç ve
son çocuklarının değişik yıllarda ölümleri ve Ali Rıza Efendi’nin çok düzenli
yürümeyen iş hayatındaki aksaklıklarla zaman zaman sıkıntılı bir şekilde yürür.
Nihayet, Mustafa’nın doğumu ve varlığı ile hayata bağlanan aile, bu defa Ali
Rıza Efendi’nin vefatıyla sarsılır.
Ali Rıza Etendi öldüğünde (1893) 36 yaşında ve üç çocukla dul
kalan Zübeyde Hanım için kardeşi Hüseyin Ağa’nın yönettiği Lankaza’daki Rapla
Çiftliği sığınacak bir liman olur. Hüseyin Efendi, eniştesinin ölümü haberini
alınca Selanik’e, kız kardeşi Zübeyde’nin evine gelir. Onu çocukları ile
birlikte, hayatın bu zor şartları içinde bırakamaz ve kız kardeşi Zübeyde’ye,
“Rahmetli ömürsüz adamla seni evlendiren ben oldum. Bundan sonra size ben
bakacağım, bu çocukları ben büyüteceğim” diyerek, aileyi yanına alıp Rapla
Çiftliği’ne götürür.57
V. ZÜBEYDE HANIM'IN İKİNCİ EVLİLİĞİ
Genç yaşta üç çocuğu ile dul kalan Zübeyde Hanım, oğlu
Mustafa’yı Askeri Rüştiye’ye verdikten sonra, özellikle ekonomik yönden zor
günler yaşamaya başlar. Çocuklarla birlikte kendisine bağlanan iki mecidiyelik
maaş ailenin geçimini sağlamaktan çok uzaktır. O sıralarda, Yunanistan’a
terkedilen Teselya’nın merkezi Larisa (Yenişehir)’dan göç edenlerden Reji
idaresi memurlarından Ragıp Efendi, kendisine talip olur.
Ragıp Efendi de hanımını kaybetmiş dört çocuklu bir duldur.
Zübeyde Hanım, Kılıçoğlu Hakkı Bey’in kayınpederi Şeyh Rıfat Efendi tarafından
Ragıp Efendi ile evlendirilir. Varlıklı bir kimse olmasına rağmen, Ragıp Efendi
Zübeyde Hanım’ın evine gelerek yerleşir. Şüphesiz, evin en büyük erkek evladı
olarak Mustafa bu evliliği onaylamaz ve evi terk-ederek, Horhor Mahallesi’nde
oturan öz halası Emine Hanım’ın evine yerleşir. Manastır İdadisi’ne gidinceye
kadar da eve nadiren uğrar.
Ragıp Bey esasında çok kibar ve iyi kalpli bir insandır. Mustafa
Kemal, yıllar sonra Afetinan’a üvey babası ile ilgili olarak şunları
söyleyecektir: “...Fakat sonradan o asil beyle dost oldum. Bana iyi bir eğitici
oldu. Anamın da genç yaşında böyle bir aile bağı yapmış olmasını takdir ettim.
Ancak çocukluk duygum benim babamı kaybetmiş olmama karşı bir isyandan
ibaretti”. Mustafa Kemal Ali Fuat Cebesoy’a da Ragıp Efendi ile ilgili olarak,
“Bana karşı çok saygılı davranmış, büyük adam muamelesi etmiştir. Nazik ve kibar
insandı” demiştir. Ragıp Efendi, kaynaklara göre Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra
Selanik’te vefat etmiş; bazı kaynaklara göre de Çanakkale Şavaşları’nda şehit
düşmüştür. Fakat, yukarıda da değinildiği gibi, Zübeyde Hanım ve Makbule’nin
Balkan Savaşları’ndan sonra İstanbul’a göç ettiğini biliyoruz. Ragıp Bey’in
onlarla İstanbul’a geldiğine dair bir bilgi bulunmamaktadır. Bu nedenle Ragıp
Bey muhtemelen Balkan Savaşları sırasında veyahut sonrasında vefat etmiş
olmalıdır.
Ragıp Bey’in bir oğlu Süreyya Bey (Toyran), diğeri şimendifer
memuru Hakkı Bey’dir. Kızlarının birisinin adı Rukiye’dir. Fuat Bulca
akrabalarıdır. 1913 yılında 16 yaşında iken tanıdığı ve “Ağabey” diye hitap
ettiği M. Kemal’e sonradan delice aşık olan ve bu yüzden de intihar eden Fikriye
Hanım da, Ragıp Bey’in kardeşi Miralay Hüsamettin Bey’in üç çocuğundan birisi
idi. Yani Fikriye, Ragıp Bey’in yeğeni idi. Hüsamettin Bey’in diğer çocuklarının
adları da Enver ve Jülide idi.”58
1- T. Gökbilgin, “Rumeli’nin İskanında ve Türkleşmesinde
Yürükler”, III. Türk Tarih Kongresi (Ankara 15-20 Kasım 1943) Tebliğleri, Ank..
1948. s. 649.
2- T. Gökbilgin. Rumeli’de Yürükler Tatarlar ve Evlad-ı Fatihan.
İst.. 1975, s. 6.
3 M. Eröz, Yörükler. İst., 1991., s. 20-23.
4 Y. Halaçoğlu, XVIII. Yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu’nun İskan
Siyaseti ve Aşiretlerin Yerleştirilmesi, Ank.. 1988, s. 2-3.”
5 Bununla ilgili olarak bakınız: Ö. Turan, “Makedonya’da Türk
Varlığı ve Kültürü”, Bilig D., Sayı: 3 (Güz 1996), s. 21 vd.
6 Bu konuda bakınız: Ö. L. Barkan, Kolonizatör Türk Dervişleri,
İst., tarihsiz, I -72 s.
7 Y. Halaçoğlu, a., g., e., s. 3.
8 Y. Halaçoğlu, a., g., e., s. 4. Osmanlı “tehcir ve iskan”
siyaseti ve metodları konusunda artık klasikleşmiş olan şu eserlere bakılabilir:
Ö. L. Barkan, “Osmanlı İmparatorluğunda Bir İskan ve Ko-lonizasyon Metodu Olarak
Vakıflar ve Temlikler”, Vakıflar D., Sayı: 2 (Ankara 1942), s. 284-353. Ö. L.
Barkan, “Osmanlı İmparatorluğu’nda Bir İskan ve Kolonizasyon Metodu Olarak
Sürgünler”, iktisat Fakültesi Mecmuası, C: XI. (1951), s. 525-569. C: XIII.
(1953), s. 56-78. C: XV. (1955). s. 209-237. C. Orhonlu, “Osmanlı
İmparatorluğu’nda Aşiretlerin İskanı”, Türk Kültürü Araştırmaları D., C: XV.,
sayı: 1-2 (Ankara 1976). C. Orhonlu, Osmanlı İmparatorluğu’nda Aşiretlerin İskan
Teşebbüsü (1691-1696), İst., 1963. 1-120 s. C. Orhonlu, Osmanlı
İmparatorluğu’nda Derbend Teşkilatı. İst., 1967, 1 -175 s.T. Gökbilim, Rumeli’de
Yürükler, Tatarlar ve Evlad-ı Fatihan. İst., 1957, 1-342 s.
9 T. Gökbilgin, Rumeli’de Yürükler, Tatarlar ve Evlad-ı Fatihan,
s. 9. 20, 254.
10 T. Gökbilgin, Rumeli’de Yürükler, Tatarlar ve Evlad-ı
Fatihan, s. 27 vd. T. Gökbilgin. “Rumeli’nin İskanında ve Türkleşmesinde
Yürükler”, s. 654.
11 H. ŞekercioĞlu, “Atatürk’ün Soy ve Sülalesi Hakkında
Anadolu’da Yaptığım Araştırmalar”. Türk Kültürü D., C: XIII., Sayı: 145 (Kasım
1974), s. 7.
12 H. Şekercioğlu, a. g. m., s. 7.
13 F. Sümer. Oğuzlar (Türkmenler) Tarihleri-Boy
Teşkilatı-Destanları, Ank.. 1967, s. 60 vd.
14 H. Şekercioğlu. a. g. m., s. 8-9.1. Miroğlu, XVI. Yüzyılda
Bayburt Sanacağı. İst., 1975, s. 19.
15 F. Sümer, a.g.e., s. 174-180.
16 Bu konuda bakınız: M. Eröz. Milli Kültürümüz ve
Meselelerimiz, İst., 1983, s. 177.
17 İ. Miroğlu, a.g.e., s. 54, 80, 105.
18 Maalesef bu tarihi ve etnolojik özellikler taşıyan isimlerin
bir kısmı bilinçsizce de ğiştirilmiştir. Bununla ilgili olarak bakınız:
Milliyet, 28 Haziran 1984 (Orhan Duru’nun yazısı).
19 Bu defterlerden 1543 Tarihli Kocacık Yörükleri Defteri,
Başbakanlık Osmanlı Arşivi, Tapu Defterleri. Eski No: 82 (55 Varak, Ebadı: Dışla
13x39, içte I2x38)’de kayıtlıdır. Bu defterin tamamı yeni harflerle Prof. Dr. M.
Tayyib Gökbilgin tarafından yayınlanmış bulunmaktadır: Rumeli’de Yürükler,
Tatarlar ve Evlad-ı Fatihan, s. 173-243. 1584 Tarihli Kocacık Yörükleri Defteri.
Başbakanlık Osmanlı Arşivi, Tapu Defterleri, No: 614, Eski No: 197 (84 Varak,
Ebadı: 17/46.5)’de kayıtlı olup; bu defterin başındaki “Kocacık Yörükleri
Kanunnamesi” (eski yazı olarak) ve “Kocacık Yörükleri Ve Onlara İlhak Edilen
Tanrıdağı Yürükleri Defteri Fihristi ve Arapça Başlık” (eski ve yeni yazı
olarak) M. Tayyib Gökbilgin, tarafından yayınlanmıştır: a.g.e., s.
244-248
20 M. T. Gökbilgin, a.g.c. s. 90 vd.
21 T. Gökbilgin. a.g.c, s. 74-78.
22 T. Gökbilgin, a.g.e.. s. 78-81.
23 T. Gökbilgin, a.g.e., s. 257-272. Defterin yeri: Başbakanlık
Osmanlı Arşivi, Mevkufat Defteri. No: 2737.
24 E. B. Şapolyo. Kemal Atatürk ve Milli Mücadele Tarihi. 3.
Baskı, İst., 1958. 25 E. B. Şapolyo, a.g.e., s. 21.
26 Kılıç Ali, Atatürk’ün Hususiyetleri, Sel Yayınları, İst.,
1955, s. 7.
27 E. B. Şapolyo, a.g.e., s. 22.
28 Ö. Turan, -Makedonya’da Türk Varlısı ve Kültürü”. Bilig D..
Sayı:3 (Güz I996),s. 21-32.
29 J. İvanof. Le Question Mac Edonienne, Paris, 1920. s.
148-151. Nakleden: Ö. S. Coşar. a.g.e, C:I.. s. 15.
30 A. Araslı, “Ata’nın Soy Kütüğü”. Milliyet, 10 Kasım 1993, s.
9. Burada Atatürk’ün dedesinin evinin fotoğrafı da bulunmaktadır.
31 B. Göksel, a.g.e., s.29-30. Bu eserde Atatürk’ün baba
tarafından soy ağacı ile ailenin devanı eden üyeleri ve aile ile Mustafa Kemal
Atatürk’ün ilişkilerini gösteren belgeler bulunmaktadır.
32 1. Sungu, “Atatürk’ün Babası Ali Rıza Efendi ve Mensup Olduğu
Asakir-i Milliye Taburu”, Belleten D.. C: İÎI., sayı: 10 (Nisan 1939), s.
239.
33 E. B. Şapolyo, a.g.e., s. 17. Ö. S. Coşar, a.g.e.. C:l., s.
13. Çayağzı’ndaki asayişsizlik ve Ali Rıza Efendi’nin çetelerle yaptığı
mücadele. Makbule Hanım’ın anılarında ayrıntıları ile anlatılmaktadır. Bakınız:
M. Atadan. “Büyük Kardeşim Atatürk”. Yeni İstanbul Gazetesi. 21 Kasım 1952
(tefrika no: 21 )vd
34 İ. Sungu, a.g.m. Ö. S. Coşar, a.g.e., C:l., s. 12. C. Sönmez,
Atatürk’ün Annesi Zübeyde Hanım, Ank., 1998, s. 9 vd.
35 E. B. Şapolyo, a.g.e., s. 30.
36 E. B. Şapolyo, a.g.c, s. 31.
37 E. B. Şapolyo, a.g.e., s. 31.
38 E. B. Şapolyo, a.g.e., s. 31.
39 A. E. Yalman, “Büyük Millet Meclisi Reisi Müşir Gazi Mustafa
Kemal Paşa Hazretleri’nin Tarihçe-i Hayatı”, Vakit Gazetesi. 10 Ocak
1922.
40 M. Atadan, “Büyük Kardeşim Atatürk”, Yeni İstanbul Gazetesi.
12 Ocak 1953 (Tefrika No: 72) vd.
41 Ö. S. Coşar, a.g.c. C:L s. 1 10.
42 F. R. Unat, “Atatürk’ün Öğrenim Hayatı ve Yetiştiği Devrin
Milli Eğitini Sistemi”. Türk Tarih Kurumu Atatürk Konferansları I.. Ank.. 1964.
s.82 ve not: 10.
43 Bunların eserleri ve görüşleri için bakınız:T.Gökbilgin, a.
g. e., s. 9-11.
44 T. Gökbilgin, a.g.e.. s. 12.
45 T. Gökbilgin, a. g. c, s. 13.
46 B. Göksel. Atatürk’ün Soy Kütüğü Üzerine Bir Çalışma, Ank.,
1988, s. 6.
47 Başbakanlık Osmanlı Arşivi. Mevkufat Defteri, No:
2737.
48 T. Gökbilgin, a.g.e., s. 265.
49 T. Gökbilgin. a.g.e., s. 264.
50 T. Gökbilgin. a.g.e., s. 257-272.
51 M. Atadan. “Büyük Kardeşim Atatürk”. Yeni İstanbul Gazetesi,
I Kasım 1952-22 Mart 1953.
52 E. B. Şapolyo. a.g.e., s. 22-23.
53 L. Kinross, a.g.e., s. 11.
54 Zübeyde Hanını ile ilgili ciddi bir biyografi hazırlanmış
bulunmaktadır. Burada verdiğimiz bilgilerin büyük kısmı bu eserden alınmıştır:
C. Sönmez, Atatürk’ün Annesi Zübeyde Hanım, Atatürk Araştırma Merkezi Yayını,
Genişletilmiş 2. Baskı, Ank., 1998, 1-136.
55 M. Atadan. “Büyük Kardeşim Atatürk”, Yeni İstanbul Gazetesi.
12 Kasım 1952.
56 M. Atadan, a.g.m., 13 Kasım 1952 vd.
57 M. Erenli, a.g.e.. s. 2.
58 Zübeyde Hanımın bu evliliği ile ilgili olarak bakınız: S.
Yeşilyurt. Zübeyde Hanımın İkinci Evliliği ve Kemalizm, Arık.. 1996, s. 23 vd.
C. Sönmez, a. g. c, s. 41-42. Ö. S. Coşar. a. g. c. C:I., s. 172-173. E. B.
Şapolyo, a. g. c, s. 41. A. F. Cebesoy. Sınıf Arkadaşım Atatürk Okul ve Genç
Subaylık Anıları, İnkılap Kitabeyi, İstanbul. Tarihsiz, s. 16. Ş. Belli,
Fikriye. Ank., 1995, s. 66 vd.
Dr. Ali Güler
Kaynak: ATATÜRK ARAŞTIRMA MERKEZİ DERGİSİ, Sayı 45,
Cilt: XV, Kasım 1999